- Maltepe University Turkey
Uluslararası hayatta geleneksel Büyük Güçlerin insan hakları yetersizliklerini ele almak her zaman sorunlu olmuştur. Bu konu, devlet ve toplum arasındaki iç siyasal ilişkilere değiniyor ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi bile bu tür konuları BM’nin uygulama yetkisinin ötesine taşıyor. Madde 2(7), uluslararası barış ve güvenlikle ilgili meseleler söz konusu olmadıkça, BM’nin “egemen devletlerin iç işlerine müdahale etmeyeceğini” teyit eder. Toprak egemenliğine duyulan bu saygı, önemli kararlara ilişkin -egemen olarak kendi bölgesel otoriteleri altında yaşayanların insan hakları ihlalleri kararlarına ilişkin- veto hakkına sahip Güvenlik Konseyinin beş daimî üyesi (P-5) için bu konuyu bir uç noktaya götürüyor. Ancak 1980’lerde Güney Afrika apartheid’in suçluluğuna ilişkin olarak olduğu gibi, ciddî insan hakları ihlalleri hakkında geniş ve derin bir uluslararası konsensüs mevcut olduğunda, uluslararası otorite üzerindeki bu sınırlamanın üstesinden gelinebilir, o zaman da ancak Büyük Güç olmayan devletlerle ilgili olarak aşılabilir. Sonunda Güney Afrika ırkçılığına tepki olarak, güçlü bir ulus ötesi sivil toplum dayanışma hareketiyle desteklenen yaptırımlar şeklindeki uluslararası zorlayıcı eyleme girişildi, ülkenin liderleri tarafından yönetildi, ardından etnik eşitliği somutlaştıran ve ırkçılığın önde gelen muhalifi Nelson Mandela’nın başkan seçilmesine ve dünya çapında kahraman bir şahsiyet olarak selamlanmasına yol açan demokratik anayasalcılığa düzenli bir geçiş oldu.