handle: 11454/93595
Introduction and Objective: Pulmonary embolism (PE) is the obstruction of the pulmonary artery or one of its branches by a material originating from another part of the body. Despite advances in PE over the past 30 years, premature death rates are high, it is a relatively common acute cardiovascular disorder. Heart failure (HF) is a clinical syndrome characterized by a variety of signs (high jugular venous pressure, pulmonary rales, and peripheral edema) and various symptoms (shortness of breath, ankle swelling, and fatigue) caused by a structural or functional cardiac abnormality). New and worsening symptoms in HF often result in hospitalization and emergency room visits. It has reached the epidemic level with the aging population worldwide. Gamma-glutamyl transpeptidase (GGT) catalyzes the transfer of glutathione to other peptides and L-amino acids. GGT is located in the cell membranes of many tissues such as kidney, pancreas, liver, heart, spleen, brain and seminal vesicles. The antioxidant effect of glutathione and the importance of GGT in glutathione metabolism have been demonstrated by experimental studies. Because of this feature, GGT levels have been associated with many cardiovascular diseases, especially hypertension and diabetes. In our study, which we designed based on this information, it was aimed to determine the relationship of GGT levels measured at the time of admission to the hospital with emergency service outcome and 28-day mortality in both acute PE and decompensated HF patients. Materials and Methods: Our study was planned as a retrospective cohort study. Patients who applied to Ege University Medical Faculty Emergency Service between 01.03.2022 and 31.08.2022 and were diagnosed with acute pulmonary embolism (n=274) and/or decompensated heart failure (n=365) as a result of the tests were included in the study. Among these patients, 98 PE patients and 40 decompensated HF patients who had at least one of the exclusion criteria were excluded from the study. The information of the patients in both disease populations was scanned in terms of parameters such as demographic data, clinical and laboratory findings, echocardiographic findings, emergency room outcome, 28-day mortality, and preferred treatment method. The patients were divided into 2 groups as good prognosis and poor prognosis according to the emergency department outcome. Good prognosis was discharge and hospitalization, and poor prognosis was intensive care admission and exitus. The relationship between independent variables and dependent variables was statistically analyzed. SPSS Windows 26.0 version package program was used in the analysis. Pearson Chi-Square/Fisher's exact test was used in the analysis of categorical variables. 10 Independent sample t test / Mann Whitney U test was used for comparison of two independent groups. Results: A total of 501 patients, 126 with PE and 325 with decompensated HF, were included in the study. The median age was 76 in PE patients and 73 in DHF patients. When the GGT levels of both groups at the time of application were examined; The median value was 31.5 U/L (8-290) in PE patients and 45 U/L (5-589) in DHF patients. 43 ( 24.4% ) of PE patients and 57 (17.5%) of DHF patients had 28-day mortality. While 47.2% of PE patients had poor emergency room outcome, this rate was 53.6% in DHF patients. The mean age in PE patients was statistically significantly higher in the group with 28-day mortality compared to the group without (p=0.04). At admission, oxygen saturation, systolic and diastolic blood pressure levels were significantly lower in the group with 28-day mortality compared to the other group (p=0.001, p=0.020, p=0.004, respectively). Systolic and diastolic blood pressures were associated with 28-day mortality in DHF patients (p0.01, p=0.01). Laboratory parameters such as AST, Troponin T and NT-ProBNP were associated with 28-day mortality in PE patients (p=0.012, p0.001, p=0.018, respectively). However, there was no correlation between GGT and 28-day mortality. The GGT level was significantly higher in patients with DHF who had a 28-day mortality (p=0.008). Apart from GGT, AST, TropT, NT-proBNP, creatinine, and D-dimer were parameters associated with mortality at 28 days (p=0.003, p=0.005, p0.001, p=0.035, p=0.001, respectively). 49 U/L value of GGT was found to be the cut-off in distinguishing 28-day mortality. This value had 63.2% sensitivity and 59.3% specificity. Conclusion: GGT, one of the enzymes involved in the antioxidant mechanism, may be a useful parameter in predicting 28-day mortality in patients with HF. 49 value of GGT was found to be the most appropriate value in differentiating 28-day mortality in DHF patients. However, validation studies are needed before it can be used routinely. Key words: pulmonary thromboembolism, decompensated heart failure, gamma glutamyl transferase, emergency department outcome, 28-day mortality Giriş ve Amaç: Pulmoner emboli (PE), pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka bir yerinden kaynaklanan bir materyal tarafından tıkanmasıdır. PE'deki son 30 yılda görülen gelişmelere rağmen erken ölüm oranları yüksektir, nispeten yaygın bir akut kardiyovasküler bozukluktur. Kalp yetmezliği (KY), yapısal veya foksiyonel bir kardiyak anormalliğin neden olduğu çeşitli belirtiler (yüksek juguler venöz basınç, pulmoner raller ve periferik ödem) ve çeşitli semptomlarla (nefes darlığı, ayak bileği şişmesi ve yorgunluk) karakterize bir klinik sendromdur). KY'de yeni ve kötüleşen semptomlar sıklıkla hastaneye yatış ve acil servis başvurusu ile sonuçlanmaktadır. Dünya genelinde yaşlanan popülasyonla birlikte salgın düzeyine gelmiştir. Gama-glutamil transpeptidaz (GGT), glutatyonun diğer peptitlere ve L-amino asitlere transferini katalize etmektedir. GGT, böbrek, pankreas, karaciğer, kalp, dalak, beyin ve seminal veziküller gibi pek çok dokunun hücre zarlarında yer almaktadır. Glutatyonun antioksidan etkisi ve GGT'ın glutatyon metabolizmasındaki önemi yapılan deneysel çalışmalarla gösterilmiştir. Bu özelliğinden dolayı GGT düzeyleri başta hipertansiyon ve diyabet olmak üzere birçok kardiyovasküler hastalık ile ilişkilendirilmiştir. Bu bilgilerden yola çıkarak tasarladığımız çalışmamızda hem akut PE hem de dekompanse KY hastalarında hastaneye başvuru anında ölçülen GGT düzeylerinin acil servis sonlanımı ve 28 günlük mortalite ile ilişkisini tespit etmek amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız bir retrospektif kohort çalışması olarak planlandı. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi'ne 01.03.2022-31.08.2022 tarihleri arasında başvuran ve yapılan tetkikler sonucunda akut pulmoner emboli (n=274) ve/veya dekompanze kalp yetmezliği (n=365) tanısı almış hastalar çalışmaya alındı. Bu hastalar arasında dışlanma kriterlerinden en az birine sahip olan 98 PE hastası ve 40 dekompanse KY hastası çalışma dışı bırakıldı. Her iki hastalık popülasyonunu oluşturan hastaların bilgileri demografik veriler, klinik ve laboratuvar bulguları, ekokardiyografi bulguları, acil servis sonlanımı, 28 günlük mortalite ve tercih edilen tedavi yöntemi gibi parametreler açısından tarandı. Hastalar acil servis sonlanımına göre iyi prognoz ve kötü prognoz olarak 2 gruba ayrıldı. İyi prognoz taburculuk ve servis yatışını, kötü prognoz ise yoğun bakım yatışı ve exitusu ifade etmekteydi. Bağımsız değişkenler ile bağımlı değişkenlerin ilişkisi istatistiksel olarak analiz edildi. Analizde SPSS Windows 26.0 versiyon paket programı kullanıldı. Kategorik değişkenlerin analizinde Pearson Ki-Kare/Fisher'ın kesin testi kullanıldı. Bağımsız iki grup karşılaştırmalarında bağımsız örneklem t testi /Mann Whitney U testi uygulandı. Bulgular: Çalışmaya 126 'sı PE, 325'i dekompanse KY olmak üzere toplam 501 hasta alındı. PE hastalarında medyan yaş 76, DKY hastalarında ise 73'tü. Her iki grubun başvuru anı GGT seviyeleri incelendiğinde; PE hastalarında ortanca değer 31.5 U/L (8-290), DKY 8 hastalarında ise 45 U/L (5-589) idi. PE hastalarının 43'ü (%24.4), DKY hastalarının ise 57'si (%17.5) 28 günlük mortaliteye sahipti. PE hastalarının %47.2'sinin acil servis sonlanımı kötü iken, DKY hastalarında bu oran %53.6 idi. PE hastalarında ortalama yaş, 28 günlük mortalitesi olan grupta olmayan gruba göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti (p=0.04). Başvuru anı oksijen satürasyonu, sistolik ve diyastolik kan basıncı düzeyi 28 günlük mortalitesi olan grupta diğer gruba göre anlamlı düzeyde düşüktü (sırasıyla p=0.001, p=0.020, p=0.004). DKY hastalarında ise sistolik ve diyastolik kan basıncı 28 günlük mortalite ile ilişkiliydi (p0.01, p=0.01). Laboratuvar parametrelerinden AST, Troponin T ve NT-ProBNP PE hastalarında 28 günlük mortalite ile ilişkiliydi (sırayla p=0.012, p0.001, p=0.018). Ancak GGT ile 28 günlük mortalite arasında da ilişki yoktu. DKY tanılı hastalarında 28 günlük mortaliteye sahip olanlarda GGT düzeyi anlamlı düzeyde yüksekti (p=0.008). GGT dışında AST, TropT, NT-proBNP, kreatinin ve D-dimer 28 gün içinde mortalite ile ilişkili parametrelerdi (sırasıyla p=0.003, p=0.005, p0.001, p=0.035, p=0.001). GGT'nin 49 U/L değeri 28 günlük mortaliteyi ayırt ettirmede cut-off olarak bulundu. Bu değer %63.2 sensitivite %59.3 spesifiteye sahipti. Sonuç: Antioksidan mekanizmada görev alan enzimlerden biri olan GGT, KY hastalarında 28 günlük mortaliteyi öngörmede faydalı bir parametre olabilir. DKY hastalarında GGT'nin 49 değeri 28 günlük mortaliteyi ayırt ettirmede en uygun değer olarak bulunmuştur. Ancak rutin kullanıma girebilmesi için validasyon çalışmalarına ihtiyaç vardır. Anahtar kelimeler: pulmoner tromboemboli, dekompanse kalp yetmezliği, gama glutamil transferaz, acil servis sonlanımı, 28 günlük mortalite
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93595&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93595&type=result"></script>');
-->
</script>
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=od_____10072::b4df3709431d6bafd7b7482db671b731&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=od_____10072::b4df3709431d6bafd7b7482db671b731&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93610
ÖZET İZMİR İLİNDE ÜNİVERSİTE VE EĞİTİM ARAŞTIRMA HASTANELERİNDE GÖREV YAPMAKTA OLAN ÇOCUK SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI UZMANLIK ÖĞRENCİLERİNİN OTİZM SPEKTRUM BOZUKLUĞU HAKKINDA BİLGİ, TUTUM VE DAVRANIŞLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Giriş: Otizm spektrum bozukluğu (OSB) bulguları çocukluk çağının erken döneminde görülmeye başlayan, büyük ölçüde yaşam boyu devam eden bir nörogelişimsel bozukluktur. Son yıllarda görülme sıklığının yükselişi, OSB tanılı olgulardaki en önemli prognostik faktörlerden biri olan erken tanı ve müdahalenin değerini arttırmıştır. Çocuk sağlığı ve hastalıkları, doğumdan itibaren sağlıklı çocuk izlemi veya başka sebepler ile yapılan başvurular esnasında çocuklar ile en çok karşılaşan klinik branştır. Bu nedenle OSB tanısından şüphelenme ve en kısa sürede çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanına yönlendirme konusunda büyük önem taşımaktadır. Amaç: Bu çalışmada çocuk sağlığı ve hastalıkları alanında uzmanlık eğitimi alan doktorların OSB ile ilgili bilgi, tutum ve davranışlarını değerlendirmek amaçlanmıştır. Çocuk sağlığı ve hastalıkları hekimlerinin OSB hakkında farkındalığının arttırılması ve bu yolla şüpheli olguları tespit etmesi, çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları birimine yönlendirmesi ve otizme sıklıkla eşlik eden diğer tıbbi durumlar hakkında bilgi sahibi olması çalışmamızın diğer amaçları arasında yer almaktadır. Yöntem: İzmir ilinde çocuk sağlığı ve hastalıkları alanında uzmanlık eğitimi almakta olan doktorlar arasında; Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 90 katılımcı, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 59 katılımcı, S.B.Ü. Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde 55 katılımcı, S.B.Ü. Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde 82 katılımcı olmak üzere toplam 286 katılımcı çalışmaya dahil edilmiştir. Katılımcılara ait demografik veriler, çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitiminde geçirilen süre, çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olmak, OSB ile ilgili eğitim programına katılmış olmak, OSB tanılı olgu değerlendirme sürecine katılmış olmak, OSB dahil herhangi bir psikiyatrik hastalığa sahip yakına sahip olmak şeklinde klinik bilgiler kaydedilmiştir. Katılımcıların OSB tanısından şüphelenme ve olguları yönlendirme konusunda kendilerine IX güvenlerini ölçen sorular, OSB taraması, birincil, ikincil ve üçüncül düzey koruması ile ilgili bilgileri ölçen, klinik pratikte OSB tanılı olgu ile olan deneyimler hakkında bilgi edinmeye yönelik açık uçlu sorular, OSB gidişatı, komorbid durumlar ve etiyolojisine yönelik sorular ile elde edilen veriler kaydedilmiştir. OSB hakkındaki bilgi düzeyini ölçmeye yönelik Sağlık Çalışanlarının Çocukluk Çağı Otizmi Hakkında Bilgi Anketi (SÇ-OBA) ve OSB'ye yönelik toplumsal tutumu değerlendirmek amacıyla Otizm Spektrum Bozukluğuna Yönelik Toplumsal Tutumlar Ölçeği (OYTTÖ) tüm katılımcılar tarafından doldurulmuştur. Bulgular: Çalışmadaki katılımcıların pediatri uzmanlık eğitimindeki süreleri karşılaştırıldığında %47,2'sinin (n=135) ilk 2 yılı içerisinde, %17,8'sinin (n=51) 2-3 yıl aralığında, %35,0'inin (n=100) 3 yılını tamamlamış olduğu değerlendirilmiştir. Katılımcıların %19,6'sı (n=56) çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonunu yaptığını bildirmiştir. Uzmanlık eğitimi sürecinde OSB hakkında eğitime katılma oranı %22 (n=63) iken gönüllü olarak OSB hakkında eğitime katılma oranı %11,2 (n=32) olarak saptanmıştır. Katılımcıların %19,9'unun (n=57) OSB tanısı almış tanıdığının bulunduğu, %30,1'inin (n=86) ailesinde psikiyatrik hastalık öyküsü bulunduğu, %9,1'inin (n=26) ailesinde özel gereksinime sahip birey öyküsü olduğu belirlenmiştir. T.C. Sağlık Bakanlığı tarafından önerilen OSB tarama ve takip programları hakkında katılımcıların yalnızca %11,9'unun (n=43) bilgi sahibi olduğu saptanmıştır. OSB'ye yönelik birincil, ikincil, üçüncül düzey koruma hakkındaki sorulara, katılımcıların yaklaşık yarısından çoğunun bilgi sahibi olmaması nedeniyle yanıt vermediği gözlenmiştir. Katılımcıların %54,2'si (n=155) hekimlik deneyimleri boyunca OSB şüpheli olgu ile karşılaştığını belirtmiştir. Şüpheli bulgular arasında en çok gözlemlenen%39,5 (n=113) oranı ile göz temasında kısıtlılık olup, katılımcıların%24,5'i (n=70) sosyal iletişim becerilerinde gerilik, %18,5'i (n=53) tekrarlayıcı davranış kalıpları ve kısıtlı ilgi alanları, %15,4'ü (n=44), %6,6'sı (n=19) adına bakmama, %6,3'ü (n=18) DEHB ile ilgili bulgular, %3,5'i (n=10) irritabilite/agresyon, %1,4'ü (n=4) duyusal hassasiyetleri gözlemlediğini belirtmiştir. OSB tanılı olgularda normal popülasyona göre daha sık gözlenen tıbbi durumlar ve hastalıklar ile ilgili soruya; katılımcıların %26,6'sı (n=76) epilepsi, %36,4'ü (n=104) GİS problemleri, %67,5'i (n=193) beslenme sorunları ve %77,6'sı (n=222) uyku problemleri şeklinde yanıt vermiştir. OSB etiyolojisinde rol oynayan faktörler hakkında katılımcıların %88,1'i (n=252) genetik yatkınlığın, %72,4'ü (n=207=) ileri anne-baba yaşının, % 58,4'ü (n=167) perinatal risk faktörlerinin, %57'si (n=163) teknoloji maruziyetinin, %62,9'u (n=180) çevresel risk faktörlerin yer aldığını düşünmektedir. Katılımcıların %5,9'unun (n=17) aşıların, sırasıyla %41,3 (n=118) ve %42,7 (n=122) oranları ile hatalı ebeveyn yaklaşımları ve X ihmal/istismarın etiyolojide rol oynadığını düşündüğü saptanan sonuçlar arasındadır. Pediatri uzmanlık eğitim süresine göre karşılaştırıldığında, eğitim süresi 2 yılın üstünde olanların, SÇOBA sosyal etkileşim bozukluklarını değerlendiren Alan1, iletişim ve dil gelişimi ile ilgili problemleri değerlendiren Alan 2, tekrarlayıcı davranış kalıplarını değerlendiren Alan 3, OSB etiyolojisi, komorbid tıbbi ve psikiyatrik hastalıkları, başlangıç yaşını değerlendiren Alan 4 ve SÇ-OBA Toplam puanları daha yüksek gözükse de istatiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır (p>0,05). Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olan ve yapmamış olan iki grup karşılaştırıldığında ise SÇ-OBA Alan1 (p=0,021), Alan2 (p=0,002), Alan3 (p=0,007), Alan4 (p=0,007) ve Toplam (p=0,000) puanları arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmiş, rotasyon yapmış olan grubun bilgi anketi ile ilgili tüm puanları daha yüksek saptanmıştır. Eğitim süresi 0-2 yıl aralığında olan grup ile 2 yılın üstünde olan iki grubun OYTTÖ Bilgi alt boyutu ve (p0,05) ve OYTTÖ Toplam puanları (p0,05) incelendiğinde ise eğitim süresi 2 yılın altında olan grup puanlarının istatiksel olarak anlamlı ölçüde daha yüksek olduğu ve bu grubun OSB'ye yönelik toplumsal tutumunun daha olumsuz olduğu gözlenmiştir. Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olan ve yapmamış olan grubun OYTTÖ alt boyut puanları incelendiğinde Bilgi alt boyutu puanları arasında rotasyon yapmamış olan grubun puanları istatiksel olarak anlamlı ölçüde daha düşük saptanarak, bu grubun OSB'ye yönelik daha olumlu toplumsal tutuma sahip olduğu tespit edilmiştir (p0,05). Sonuç: Çalışmamızda çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitimi alan doktorların OSB hakkındaki bilgi düzeylerinin uzmanlık eğitimindeki süre ile yükseldiği gözlense de bu farklılık istatiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları anabilim dalında rotasyon yapmış olmak ile OSB hakkında bilgi düzeyi arasında, çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapanların lehine istatiksel olarak anlamlı ilişki saptanmıştır. Çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitimindeki sürenin 2 yılın üstünde olması ve çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olmak ile OSB 'ye yönelik T.C. Sağlık Bakanlığı tarama programı hakkında bilgiye sahip olunması arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmiştir. Çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitim süresi ve çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olmak ile OSB'ye yönelik birincil, ikincil, üçüncül düzey koruma gereksinimleri hakkında bilgi düzeyinin ilişkili olduğu saptanmıştır. ABSTRACT EVALUATION OF KNOWLEDGE, ATTİTUDES AND BEHAVİORS OF PEDİATRİC HEALTH AND DİSEAS SPECİALTY RESİDENTS REGARDİNG AUTİSM SPECTRUM DİSORDER IN UNİVERSİTY AND TRAİNİNG AND RESARCH HOSPİTALS IN İZMİR, TURKEY Introduction: Autism Spectrum Disorder (ASD) is a neurodevelopmental disorder that typically manifests in early childhood and largely persists throughout one's lifetime. The recent increase in its prevalence has highlighted the importance of early diagnosis and intervention, which is considered a crucial prognostic factor for individuals diagnosed with ASD. Pediatrics is the clinical specialty that primarily deals with children, starting from birth and encompassing healthy child monitoring as well as evaluations prompted by various reasons. As a result, suspecting ASD and promptly referring children and adolescents to child and adolescent psychiatrists holds significant importance. Objective: The aim of this study is to assess the knowledge, attitudes, and behaviors of doctors undergoing specialization training in the field of pediatrics regarding ASD. Increasing awareness among pediatricians about ASD, thereby enabling them to identify suspected cases, refer individuals to child and adolescent psychiatry units, and acquire information about medical conditions often associated with autism, constitutes other objectives of our study. Method: Among the doctors undergoing specialization training in the field of pediatrics in İzmir province, a total of 286 participants were included in the study, consisting of 90 participants from Ege University Faculty of Medicine, 59 participants from Dokuz Eylül University Faculty of Medicine, 55 participants from S.B.Ü. Tepecik Training and Research Hospital, and 82 participants from S.B.Ü. Dr. Behçet Uz Children's Diseases and Surgery Training and Research Hospital. Demographic information of the participants, duration of training in pediatric health and diseases, completion of child and adolescent psychiatry rotation, participation in ASD-related educational programs, involvement in the evaluation process of ASD-diagnosed cases, and having a close relative with any psychiatric disorder, were recorded as clinical data. Questions were posed to assess participants' confidence in suspecting ASD and referring cases, ASD screening, knowledge about primary, secondary, and tertiary level protection, and obtaining information about experiences with ASD-diagnosed cases in clinical practice through open-ended questions related to ASD course, comorbid conditions, and XIII etiology. To measure the level of knowledge about ASD, all participants completed the "The Knowledge about Childhood Autism Among Health Workers Questionnaire, KCAHW" and "Social Attitudes Towards Autism Scale, SATA". Findings: When comparing the duration of pediatric specialization training among the participants in the study, it was observed that 47.2% (n=135) completed their training within the first 2 years, 17.8% (n=51) within the 2–3 year range, and 35.0% (n=100) had completed 3 years. Approximately 19.6% (n=56) of the participants reported having undergone a child and adolescent psychiatry rotation. While 22% (n=63) of the participants received formal training on ASD during their specialization period, only 11.2% (n=32) voluntarily attended ASD-related training sessions. Among the participants, 19.9% (n=57) reported knowing someone diagnosed with ASD, 30.1% (n=86) had a family history of psychiatric disorders, and 9.1% (n=26) had a family member with special needs. Only 11.9% (n=43) of the participants were found to have knowledge about the ASD screening and follow-up programs recommended by the Turkish Ministry of Health. Regarding questions about primary, secondary, and tertiary level protection for ASD, many participants refrained from answering due to a lack of knowledge. 54.2% (n=155) of the participants indicated encountering suspected ASD cases during their medical experience. Among the observed suspicious findings, limited eye contact was the most frequently reported at 39.5% (n=113), followed by 24.5% (n=70) reporting deficits in social communication skills, 18.5% (n=53) noting repetitive behavior patterns and restricted interests, 15.4% (n=44) not responding to their name, 6.6% (n=19) observing symptoms related to ADHD, 6.3% (n=18) irritability/aggression, and 1.4% (n=4) sensory sensitivities. In response to a question about medical conditions and illnesses more commonly observed in individuals with ASD compared to the general population, 26.6% (n=76) mentioned epilepsy, 36.4% (n=104) gastrointestinal problems, 67.5% (n=193) feeding problems, and 77.6% (n=222) sleep problems. Regarding factors contributing to the etiology of ASD, 88.1% (n=252) believed in a genetic predisposition, 72.4% (n=207) considered advanced parental age, 58.4% (n=167) mentioned perinatal risk factors, 57% (n=163) considered technology exposure, and 62.9% (n=180) thought environmental risk factors played a role. Additionally, 5.9% (n=17) believed vaccines played a role, while 41.3% (n=118) and 42.7% (n=122) respectively thought incorrect parenting approaches and neglect/abuse contributed to the etiology. When comparing pediatric specialization training duration, no statistically significant difference (p>0.05) was found in the KCAWH scores, including social interaction disorders (Area 1), communication and language development issues (Area 2), repetitive behavior patterns (Area 3), ASD etiology, comorbid medical and psychiatric conditions, and onset age assessment (Area 4). When comparing XIV participants who had and hadn't completed child and adolescent psychiatry rotations, statistically significant differences were found in the KCAWH scores for Area 1 (p=0.021), Area 2 (p=0.002), Area 3 (p=0.007), Area 4 (p=0.007), and Total (p=0.000), with those who had completed the rotation achieving higher scores, indicating more favorable attitudes and greater knowledge. Furthermore, when examining the SATA Knowledge subscale and Total scores, participants with training durations between 0-2 years had significantly higher scores (p0.05), indicating a less positive societal attitude toward ASD compared to those with more than 2 years of training. Similarly, participants who had not completed a child and adolescent psychiatry rotation had significantly lower scores in the SATA Knowledge subscale (p0.05), suggesting a more positive societal attitude toward ASD. Results: In our study, although an observed increase in the knowledge levels of doctors undergoing pediatric specialization training regarding ASD was noted in relation to the duration of specialization training, this difference was not found to be statistically significant. An association was found to be statistically significant between having completed a rotation in the Department of Child and Adolescent Psychiatry and the knowledge level about ASD, favoring those who had completed the rotation. Statistically significant relationships were observed between having a pediatric specialization training duration of more than 2 years, having completed a rotation in the Department of Child and Adolescent Psychiatry, and possessing knowledge about the ASD screening program recommended by the Turkish Ministry of Health. The duration of pediatric specialization training and completion of a rotation in the Department of Child and Adolescent Psychiatry were found to be associated with knowledge levels about primary, secondary, and tertiary level protection needs for ASD. Key words: autism spectrum disorder; pediatrics; ASD screening program; primary; knowledge, attitudes and behaviors about ASD; pediatric specialty core curriculum
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93610&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93610&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93863
Objective: The aim of this study was to retrospectively analyze the clinical and laboratory parameters of PD patients with a history of dialysis-associated peritonitis, to examine the parameters affecting peritonitis and peritonitis-related mortality and morbidity, and to reveal the general characteristics of patients with peritonitis in our clinic. Materials and Methods: Between 2000 and 2022, patients who were followed up in the Adult PD Unit and had their first episode of peritonitis were included in the study and their data were retrospectively analyzed. Results: A total of 184 patients were included in our study and laboratory results at the time of the first episode of peritonitis were analyzed. The mean age of the patients was 47.8±14.6 years. Of all patients, 48.9% were males and 51.1% were females. Of 184 patients, 62 (33.7%) left PD due to infection, while 122 (66.7%) left PD for non-infectious reasons or did not leave PD. Among 184 patients, the most common etiology of CKD was DM with 17.4%. There was a significant correlation between PD dropout status and IgA nephropathy (p=0.03). There was no significant association between other etiologies and PD dropout status. There was no significant correlation between hemogram parameters and PD dropout status. When those who dropped out of PD due to infection were compared, hemoglobin was significantly lower in patients who died (p=0.03). When hematologic rates were analyzed, no significant correlation was found between the rates and the status of dropout from PD. Among those who left PD, there was a significant correlation between the lymphocyte/monocyte ratio and MPV/platelet ratio in patients who dropped out of PD and those who died (p=0.04, p=0.007, respectively). When biochemical parameters were analyzed, there was no significant correlation with PD dropout status. When those who dropped out of PD were compared among themselves, albumin, potassium and CRP/albumin ratio were significantly correlated ( p=0.03, p=0.02, p=0.02, p=0.02, respectively). The mean albumin and potassium values were significantly lower in those who died, while the CRP/albumin ratio was significantly higher. There was no significant difference between the duration of PD, duration of HD if previously on HD, and dropout from PD (p>0.05). 77.2% of 184 patients were on SAPD. There was no significant relationship between PD dropout status and PD type. There was no significant correlation between PD dropout status and the amount of residual urine. When classified separately according to the presence or absence of growth in culture and subtype of growth, there was no significant difference with the status of dropout from PD (P>0.05). However, polymicrobial agents were significantly higher in those who died due to infection compared to those who dropped out of HD due to infection (p=0.04). The most common causative agent in the overall patient population was gram (+). As for culture agents, coagulase (-) staphylococci were the most common in the general patient population and in patients who dropped out of PD due to infection with 34.5% and 20.5%, respectively. In patients who died due to infection, the most common agent was Klebsiella with 33.3% and a significant association was found between Klebsiella in patients who dropped out of HD compared to those who died (p=0.009). When the comorbidities of the patients were analyzed, cardiovascular diseases ranked first with 66.8%, followed by DM with 22.3%. There was no significant correlation between the presence of comorbidities and dropout from PD (p>0.05). Conclusion: Lower Hb, higher MPV, lower lymphocyte/monocyte ratio, higher MPV/platelet ratio, lower albumin and potassium, and higher CRP/albumin ratios during the first episode of peritonitis in PD patients may be helpful in predicting infection-related mortality. In addition, culture growth of polymicrobial agents and Klebsiella growth were also found to have a mortality-increasing effect. In our center, culture growth, residual urine amount, having DM as an additional comorbidity, CRP, Wbc, neutrophil value at the time of diagnosis had no effect on infection-related mortality in the future. Key words: Peritonitis, peritoneal dialysis, mortality, hypoalbuminemia, MPV/platelet ratio, hypokalemia Amaç: Bu çalışmada PD hastalarında diyaliz ilişkili peritonit öyküsü olanların klinik ve laboratuvar parametreleri geriye dönük incelenerek, peritonit ve peritonite bağlı mortalite ve morbiditeyi etkileyen parametrelerin incelenmesi, ayrıca kliniğimizde peritonit olanların genel özelliklerinin ortaya konması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: 2000 ve 2022 yılları arasında Erişkin PD Ünitesinde takip edilmiş olan ve ilk peritonit atağını geçirmiş olanlar çalışmaya alınmış ve verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Çalışmamıza 184 hasta dahil edildi ve ilk peritonit atağı anındaki laboratuvar sonuçları incelendi. Hastaların yaş ortalaması 47,8±14,6'ydı. Tüm hastaların % 48,9'unu erkekler, % 51,1'ini kadınlar oluşturuyordu. 184 hastanın 62 (% 33,7) tanesi enfeksiyon nedenli PD'den ayrılırken 122 (66,7) tanesi PD'den enfeksiyon dışı nedenle ayrılan veya PD'den ayrılmayan gruptu. 184 hasta içinde en sık görülen KBH etyolojisi % 17,4 ile DM idi. PD'den ayrılma durumu ile IgA nefropatisi arasında anlamlı ilişki bulundu (p=0,03). Diğer etyolojilerle PD'den ayrılma durumu arasında anlamlı ilişki bulunmadı. Hemogramda bulunan parametrelerle PD'den ayrılma durumu arasında anlamlı ilişki saptanmadı. PD'den enfeksiyon nedenli ayrılanlar kıyaslandığında ise hemoglobinin ölen hastalarda anlamlı şekilde daha düşük olduğu görüldü (p=0,03). Hematolojik oranlar incelendiğinde oranlarla PD'den ayrılma durumu arasında anlamlılık saptanmadı. PD'den ayrılanlar incelendiğindeyse HD'ye geçenler ve ölen hastalarda lenfosit/ monosit oranı, MPV/ platelet oranı arasında anlamlı ilişki vardı (sırasıyla p=0,04, p=0,007). Biyokimyasal parametrelere bakıldığında PD'den ayrılma durumuyla aralarında anlamlı ilişki olmadığı görüldü. PD'den ayrılanlar kendi aralarında kıyaslandığındaysa albumin, potasyum ve CRP/ albumin oranıyla aralarında anlamlı ilişki olduğu görüldü (sırasıyla p=0,03, p=0,02, p=0,02). Albumin ve potasyum değerlerinin ortalaması ölenlerde anlamlı şekilde daha düşükken, CRP/ albumin oranıysa anlamlı şekilde daha yüksekti. PD süresi ve daha önce HD almışsa HD süresi ile PD'den ayrılma durumu arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0,05). 184 hastanın % 77,2'sinde SAPD kullanıldığı görüldü. PD'den ayrılma durumu ile PD tipi arasındaki anlamlı ilişki olmadığı saptandı. PD'den ayrılma durumuyla rezidü idrar miktarı arasında anlamlı ilişki bulunamadı. Kültürde üreme olup olmaması ve üreme alt tipine göre ayrı ayrı sınıflama yapıldığında PD'den ayrılma durumuyla aralarında anlamlı farklılık yoktu (p>0,05). Fakat enfeksiyon nedenli ölenlerde, polimikrobiyal etkenler, enfeksiyon nedenli HD'ye geçenlere göre anlamlı şekilde daha yüksekti (p=0,04). Tüm hasta popülasyonunda en sık görülen etken gram (+)'lerdi. Kültür etkenlerindeyse genel hasta popülasyonunda ve enfeksiyon nedenli PD'den ayrılanlarda en sık görülen sırasıyla % 34,5 ve % 20,5'le koagulaz (-) stafilokoklardı. Enfeksiyon nedenli ölen hastalarda ise % 33,3 ile en sık etken Klebsiellaydı ve HD'ye geçenler ölenlerle kıyaslandığında klebsiella ile aralarında anlamlı ilişki saptandı (p=0,009). Hastaların komorbiditeleri incelendiğinde % 66,8'le ilk sırada kardiyovasküler hastalıklar gelirken, % 22,3'le ikinci sırada DM geliyordu. Komorbiditelerin varlığıyla PD'den ayrılma durumu arasında anlamlı bir ilişki yoktu (p>0,05). Sonuç: PD hastalarının ilk peritonit atağı sırasında; daha düşük Hb, daha yüksek MPV, daha düşük lenfosit/ monosit oranı, daha yüksek MPV/ platelet oranı, hipoalbuminemi ve hipokaleminin, CRP/ albumin oranlarının daha yüksek olmasının enfeksiyon ilişkili mortaliteyi öngörme konusunda yardımcı olabileceği görüldü. Ayrıca kültürde polimikrobiyal etken üremesi ve Klebsiella üremesinin de mortaliteyi arttırıcı etkisinin olduğu saptandı. Merkezimizde; kültürde üreme olup olmama durumu, rezidü idrar miktarı ve ek komorbidite olarak DM'ye sahip olmak, tanı anında CRP, Wbc, nötrofil değerinin de ileriki dönemde enfeksiyon ilişkili mortalitede etkisi olmadığı görüldü. Anahtar kelimeler: Peritonit, periton diyalizi, mortalite, hipoalbuminemi, MPV/ platelet oranı, hipokalemi
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93863&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93863&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93870
Introduction: The COVID-19 pandemic has drastically changed both the world order and our daily lives. This situation, which affects every aspect of life, has also caused significant changes in education systems. Schools have started to switch to distance education systems. Children and adolescents were also very affected by this new situation. Opinions have developed that this change in environmental factors also affects cognitive processes (especially those related to higher executive functions and social cognition). The effect of internet communication, information exchange, communication and screen exposure on our cognitive functions is unclear. There are few studies in the literature on the effects of internet and screen interactions of children and adolescents on their cognition and social cognition. There is much less research on the effects of distance education systems on students' cognition. Humans are social beings by nature. In the distance education system, the need for socialization, which is necessary for the socio-cognitive development and functionality of the students, will not be met face to face with the school system, and this deficiency will be tried to be eliminated in the virtual environment. Research on the effects of distance education will shed light on the effects of this system, which is likely to continue to be used in the future, on people. Objective: This research was planned in order to evaluate the effects of distance education on the social cognition, internet addiction and academic motivation of 8th grade students, and secondarily to examine the relationship between related sociodemographic and other data. Method: Participation in our study's first stage started in January 2021, when the students were receiving uninterrupted distance education for a minimum of 4 months, and until March, the participation of 122 students and their parents was completed. In the first stage, the ix parents took the socio-demographic data form containing the relevant data, then the social responsiveness scale and the conners parent rating scale renewed forms, the students the socio-demographic form, the mind-reading test, the faces test, the cognitive, emotional and bodily empathy scale for children, the Bapint internet They completed the addiction form and the academic motivation scale. The second phase of our study started in June 2021 with the participation of 37 of the students who participated in the first phase, while they were receiving face-to-face education for a minimum of 3.5 months. At this stage, after the parents filled in only a short socio-demographic form, the students completed all the same scales. Due to the pandemic, all work was done through Google forms. Results: It has been observed that the majority of students and parents prefer face-to-face education. The frequency of extracurricular internet use in the face-to-face education group was found to be significantly higher than the distance education group. There was no statistically significant relationship between academic motivation, social cognition skills, and internet addiction scores between the distance education and face-to-face education groups. It has been determined that students exhibit higher academic achievement in face-to-face education. The girls' theory of mind and empathy skills were found to be higher than boys. There was a positive relationship between academic achievement and social cognition skills and academic motivation, and a negative relationship with internet addiction. There was a positive relationship between the number of siblings; empathy and academic motivation, and a negative relationship between internet addiction. There was a negative relationship between the duration of extracurricular internet use and empathy and academic motivation scores, and a positive relationship between internet addiction scores. A negative relationship was found between internet addiction and academic motivation while the student was receiving distance or face-to-face education. Discussion: The findings we obtained as a result of our study showed the effects of distance education on social cognition, academic motivation and internet addiction. The effects of this new environment on health and well-being will be revealed in future studies. Giriş: COVİD-19 salgını hem dünya düzenini hem de günlük yaşantımızı büyük ölçüde değiştirdi. Hayatın her alanını etkileyen bu durum öğretim sistemlerinde de önemli değişimlere neden oldu. Okullar uzaktan eğitim sistemlerine geçmeye başladılar. Çocuk ve ergenler de bu yeni durumdan çok etkilendiler. Özellikle çevresel faktörlerdeki bu değişimin bilişsel süreçleri de (özellikle yüksek yönetici işlevler ve sosyal biliş ile ilgili olanlar) etkilediği yönünde görüşler gelişti. İnternetin iletişim, bilgi alışverişi, haberleşme ve ekran maruziyetinin bilişsel fonksiyonlarımıza etkisi belirsizdir. Yazında çocuk ve ergenlerin internetle ve ekranla etkileşimlerinin onların bilişlerine ve sosyal bilişlerine etkileriyle ilgili az sayıda çalışma vardır. Uzaktan eğitim sistemlerinin öğrencilerin bilişlerine etkileriyle ilgili çok daha az sayıda araştırma vardır. İnsanlar doğaları gereği sosyal varlıklardır. Uzaktan eğitim sisteminde öğrencilerin sosyo bilişsel gelişimi ve işlevselliği için gerekli olan sosyalleşme ihtiyacı okul sistemiyle yüz yüze olarak karşılanamayacak olup bu eksiklik sanal ortamda giderilmeye çalışılacaktır. Uzaktan eğitimin etkileri konusunda yapılacak araştırmalar ileride kullanılmaya devam edilmesi olası bu sistemin insanlara olan etkilerine ışık tutacaktır. Amaç: Uzaktan eğitimin, 8.sınıf öğrencilerinin sosyal bilişleri, internet bağımlılıkları ve akademik güdülenmelerine olan etkilerini değerlendirmek, ikincil olarak da ilgili sosyodemografik ve diğer verilerin birbirleriyle ilişkisini incelemek amacıyla bu araştırma planlanmıştır. Yöntem: Çalışmamızın ilk aşamasına katılımlar 2021 yılı ocak ayında öğrenciler minimum 4 aydır kesintisiz uzaktan eğitim aldıkları esnada başlamış olup mart ayına kadar 122 öğrenci ve ebeveyninin katılımı tamamlanmıştır. İlk aşamada ebeveynler ilgili verileri içeren sosyo demografik veri formu, sonrasında da sosyal cevaplılık ölçeği ve conners ana baba dereceleme ölçeği yenilenmiş formlarını, öğrenciler ise sosyo demografik formu, gözlerden zihin okuma testini, yüzler testini, çocuklar için bilişsel duygusal ve bedensel empati ölçeğini, vii Bapint internet bağımlılığı formunu ve akademik güdülenme ölçeğini doldurmuşlardır. Çalışmamızın ikinci aşaması 2021 yılı haziran ayında ilk aşamaya katılan öğrencilerden 37'sinin minimum 3,5 aydır yüz yüze eğitim gördükleri esnada katılımlarıyla başlamıştır. Bu aşamada veliler sadece kısa bir sosyo demografik form doldurduktan sonra, öğrenciler aynı ölçeklerin tamamını doldurmuşlardır. Pandemi nedeniyle tüm çalışma Google formları üzerinden yapılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin ve velilerin büyük çoğunluğunun yüz yüze eğitimi tercih ettikleri görülmüştür. Yüz yüze eğitim alan grupta ders dışı internet kullanım sıklığı uzaktan eğitim alan gruptan anlamlı derecede daha fazla olarak saptanmıştır. Uzaktan eğitim alan ve yüz yüze eğitim alan gruplar arasında akademik güdülenme, sosyal biliş becerileri, internet bağımlılık puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmamıştır. Yüz yüze eğitimde öğrencilerin daha yüksek akademik başarı sergilediği saptanmıştır. Kızların zihin kuramı ve empati becerileri erkeklerden daha yüksek olarak saptanmıştır. Akademik başarı ile sosyal biliş becerileri ve akademik güdülenme arasında pozitif yönde, internet bağımlılığı ile negatif yönde anlamlı ilişkiler saptanmıştır. Kardeş sayısı ile empati, akademik güdülenme arasında pozitif yönlü, internet bağımlılığı arasında negatif yönlü anlamlı ilişki saptanmıştır. Ders dışı internet kullanım süresi ile empati, akademik güdülenme skorları arasında negatif, internet bağımlılığı skorları arasında pozitif yönde ilişki saptanmıştır. Öğrenci uzaktan veya yüz yüze eğitim aldığı esnamda internet bağımlılığı ile akademik güdülenme arasında negatif bir ilişki saptanmıştır. Tartışma: Çalışmamızın sonucunda elde ettiğimiz bulgular uzaktan eğitimin sosyal biliş, akademik güdülenme ve internet bağımlılığına olan etkilerini göstermiştir. Bu yeni ortamın sağlık ve esenlik üzerine yaratabileceği etkiler ilerideki çalışmalarla ortaya konulacaktır.
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93870&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93870&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11499/57236 , 11499/57236 , 11499/57236
While having a child is a source of eagerly anticipated happiness, having a child with a disability is a difficult and stressful process for parents. Having a child with a disability brings with it many challenges. While emotional recovery is the most difficult, coping with financial, social and economic problems wears individuals out. When people realize that there is nothing they can do for their child, they prefer to strengthen their bond with God. People who turn to positive religious coping methods both heal psychologically and accept their helplessness. Supporting positive religious coping processes of individuals is possible with spiritual support and guidance. In this study, firstly, the concept of disability was tried to be explained. Then, the problems and needs of families with disabled children are mentioned. In the third part, spiritual support for families and Islam's view of the disabled were tried to be explained. The study was concluded by mentioning the positive and negative religious coping methods of parents. Çocuk sahibi olmak heyecanla beklenen mutluluk kaynağı iken engelli çocuğa sahip olmak ebeveynler için zor ve stresli bir süreçtir. Bireylerin engelli çocuğunun olması beraberinde meşakkatli pek çok şey getirecektir. En zoru duygusal iyileşme iken yanında maddi, sosyal, ekonomik sorunlar ile baş etmek bireyleri yıpratmaktadır. İnsan genelde çocuğu için elinden gelen bir şey olmadığını anladığında Allah ile bağını kuvvetlendirmeyi tercih etmektedir. Olumlu dini başa çıkma yöntemlerine yönelen insan hem psikolojik olarak iyileşirken hem de acizliğini kabullenmektedir. Bireylerin olumlu dini başa süreçlerini desteklemek manevi destek ve rehberlikle mümkün olmaktadır. Bu çalışmada ilk olarak engellilik kavramı anlatılmaya çalışılmıştır. Ardından engelli çocuğa sahip ailelerin sorun ve gereksinimlerinden bahsedilmiştir. Üçüncü bölümde ailelere manevi destek ve İslam’ın engelliye bakışı anlatılmaya çalışılmıştır. Ebeveynlerin olumlu ve olumsuz dini başa çıkma yöntemlerinden bahsedilerek çalışma sonlandırılmıştır.
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11499/57236&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11499/57236&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93681
Giriş ve Amaç: Tiroid kartilajına yerleştirilmiş iğne elektrotlar ile intraoperatif sinir monitörizasyonu güvenli ve etkin bir yöntemdir. Endotrakeal tüp elektrotların, vokal kordlarla yeteri kadar temas etmemesi optimal bir nöromonitörizasyonu bozabilir ve superior laringeal sinirin eksternal dalının (SLSE) nöromonitörizasyonu için yeterli olmayabilir. Bu çalışmanın amacı SLSE nöromonitörizasyonunda iğne elektrot ve endotrakeal tüp elektrotu ile elde edilen elektrofizyolojik verileri karşılaştırmaktır. Materyal – Metod: Total tiroidektomi uygulanan 26 ardışık hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalara hem endotrakeal tüp elektrot hem de tiroid kartilajına yerleştirilmiş iğne elektrotlar ile nöromonitörizasyon uygulanarak rezeksiyon öncesi S1, V1, R1 ve rezeksiyon sonrası S2, V2, R2 amplitütleri ve latensleri her iki yöntem için de kayıt edildi. Verilerin analizi için Mann-Whitney U testi kullanıldı. Bulgular: Yirmibir kadın, beş erkek hasta, 52 risk altındaki sinir çalışmaya dahil edildi. Sağ taraf S1 ortalama amplitütü (314 vs. 168 µV, p: 0.009), S2 ortalama amplitütü (428 vs. 161 µV, p: 0.001); sol taraf S1 ortalama amplitütü (346 vs. 229 µV, p: 0.017), sağ taraf S2 ortalama amplitütü (413 vs. 229 µV, p: 0.009) iğne elektrot için daha yüksek saptandı. Sağ taraflı V1, R1, V2 ve R2 sinyallerinde iğne elektrot ile istatistiksel olarak anlamlı olan yüksek amplitütlü sinyaller alındı. Sol taraflı V1, R1, V2 ve R2 sinyallerinde iki yöntem arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Hiçbir hastada komplikasyon ve sinyal kaybı gelişmedi. Sonuç: Endotrakeal tüp elektrotlarla karşılaştırıldığında, tiroid kartilajına yerleştirilmiş iğne elektrotları ile daha yüksek amplitütlü sinyaller alınmaktadır ve tüp ile ilişkili sorunlar bertaraf edilmektedir. RLS de olduğu gibi, tiroidektomide SLSE monitörizasyonunda iğne elektrot kullanımı daha uygun maliyetli, güvenli ve etkin bir yöntemdir. Background and Aim: Thyroid cartilage needle electrodes (NE) are an effective and safe recording side technique intraoperative neuromonitoring. However, the incomplete contact to the vocal chords of the electrodes of the endotracheal tube may hinder an optimal outcome and even result in inability to obtain an EMG wave during monitoring of the external branch of superior laryngeal nerve (EBSLN). This study aims to compare NE and endotracheal tube electrode (ETE) recordings during EBSLN monitoring. Methods: Twenty-six consecutive patients undergoing total thyroidectomy were included in the study. Intraoperative neuromonitoring was performed simultaneously, with both NE and ETE . Pre-resection (V1, R1, S1) and post-resection (V2, R2, S2) amplitudes and latencies were recorded for both types of electrodes. Mann-Whitney-U test was used for statistical analysis. Results: Twenty-one women and five men were included, and 52 nerves at risk were evaluated in the study. Mean amplitudes, for right S1 (314 vs. 168 µV, p= 0.009), for right S2 (428 vs. 161 µV, p: 0.001); for left S1 (346 vs. 229 µV, p: 0.017) and left S2 (413 vs. 229 µV, p: 0.009) were statistically higher for the NE group. All amplitudes obtained with NE, except on the left for V1, R1, V2, and R2, were statistically higher than those obtained with ETE. There was no loss of signal or vocal cord palsy in the patients. None of the patient suffered from signal loss. There were no needle-related complications. Conclusion: EBSLN monitoring by using NE, is a safe and cheap alternative to ETE. With NE, higher amplitudes were obtained.
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93681&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93681&type=result"></script>');
-->
</script>
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=od______2605::a7706fbe6a883809fd6b4e0a27404624&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=od______2605::a7706fbe6a883809fd6b4e0a27404624&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93781
PURPOSE: The aim of our study is to reveal the molecular features of endometrial cancer by immunohistochemical (IHC) method and to determine their relationship with prognostic variables. MATERIAL AND METHOD: 100 primary endometrioid type endometrial carcinoma cases, surgically staged in Ege University Gynecological Oncology Department, were included in the study. The files of the patients who applied between 2002-2016 were searched. The IHC method was used to evaluate MMR deficiency. Tumor areas were isolated from formalin-fixed, paraffin-embedded tissue samples after identification by a pathologist on sections stained with hematoxylin and eosin. Tissues obtained from the appropriate paraffin blocks of the cases were stained as IHC using MLH1, MSH2, MSH6 and PMS2 markers. A tumor sample was defined as MMR deficiency (dMMR) with a loss of at least one of the MMR proteins. The cases were divided into two groups as microsatellite stable (MSS without MMR protein deficit) and non-microsatellite (MSI with loss of expression in any MMR protein). The cases were compared in terms of prognostic factors with loss of nuclear expression in MMR proteins by IHC method. In addition, the effects of these parameters on survival were examined. RESULTS: According to the FIGO 2009 staging system, the patients included in the study were distributed as Stage I patient group 77 (77%), stage II 14 (14%), stage III 8 (8%), stage IV 1 (1%). LVSI was detected in 36 (36%) patients and not observed in 64 (64%) patients. Twenty-eight (28%) of the cases were found to be grade 1, 57% grade 2, and 15% grade 3. The number of patients with cervical involvement was 82 (82%), and the number of patients without cervical involvement was 18 (18%). Adnexial involvement was detected in only 2 (2%) patients out of a hundred patients, and adnexal involvement was not observed in 98 (98%) patients. While the number of patients with deep myometrial invasion (DMI) was 39 (39%), DMI was not detected in 61 (61%) patients. While lymph node involvement was negative in 76 (76%) of 100 patients, involvement was found in 5 (5%) patients, but lymph node involvement was not evaluated in 19 patients. During the follow-up period, recurrence was found in 11 (11%) patients, and no recurrence was xiv found in 89 (89%) patients. Of the 100 patients, 71 (71%) were in the group with no loss of any MMR genes (MMR negative) and 29 (29%) were the group with at least 1 loss of MMR genes(MMR positive). The number of patients with MLH1 loss was 25 (25%), the number of patients with PMS2 loss was 25 (25%), the number of patients with MLH1/PMS2 loss was 25 (25%), the number of patients with MSH2 loss was 3 (3%), and the number of patients with MSH6 loss was 6 (6%), MSH6 and the number of patients with MSH2/MSH6 loss was 3 (3%). CONCLUSION: As a result of IHC evaluation in endometrioid type endometrial cancers, a significant relationship was found between MMR and lymphovascular space involvement and deep myometrial invasion. However, there was no effect on survival. Keywords: Endometrioid type endometrium cancer, dMMR, MSI AMAÇ: Çalışmamızın amacı endometriyal kanserde moleküler özelliklerin immünohistokimyasal (İHK) yöntemle ortaya konması ve prognostik değişkenler ile ilişkisinin belirlenmesidir. GEREÇ ve YÖNTEM: Ege Üniversitesi Jinekolojik Onkoloji Bilim Dalında cerrahi evrelemesi yapılan 100 primer endometrioid tip endometrium karsinomu olgusu çalışmaya alındı. 2002-2016 yılı sonrasında başvurmuş hastaların dosyaları tarandı. MMR eksikliğini değerlendirmek için İHK yöntemi kullanıldı. Formalinle fikse edilmiş, parafine gömülmüş doku örneklerinden, tümör alanları bir patolog tarafından hematoksilen ve eozinle boyanmış bölümler üzerinde tanımlandıktan sonra izole edildi. Olguların uygun parafin bloklarından elden edilen dokular MLH1, MSH2, MSH6 ve PMS2 belirteçleri kullanılarak İHK olarak boyandı. Bir tümör numunesi, MMR proteinlerinden en az birinde kayıp olması MMR eksikliği (dMMR) olarak tanımlandı. Olgular mikrosatellit stabil olan (MMR protein defisitesi bulunmayan-MSS) ve olmayan (herhangi bir MMR proteininde ekpresyon kaybı bulunan-MSI) olarak iki gruba ayrıldı. Olgular İHK yöntemle MMR proteinlerinde nükleer ekspresyon kaybı ile prognostik faktörler açısından karşılaştırıldı. Ayrıca bu parametrelerin sağkalım üzerindeki etkilerine bakılmıştır. BULGULAR: Çalışmaya alınan hastalar FİGO 2009 evreleme sistemine göre Evre I hasta grubu 77(%77), evre II 14(%14), evre III 8(%8), evre IV (%1) şeklinde dağılım göstermiştir. LVSI 36(%36) hastada saptanmış olup 64 (%64) izlenmemiştir. Olguların 28'i (%28) derece 1, 57'i (%57) derece 2, 15'i (%15) derece 3 olarak tespit edilmiştir. Serviks tutulumu gösteren hasta sayısı 82 (%82) olup, serviks tutulumu göstermeyen hasta sayısı 18 (%18) dir. Yüz hastadan sadece 2 (%2) hastada adneks tutulumu saptanmış 98 (%98) hastada adneks tutulumu görülmemiştir. Derin myometrial tutulumu (DMI) olan hasta sayısı 39 (%39) iken, 61 (%61) hastada DMI saptanmamıştır. Yüz hastadan 76'nda (%76) lenf düğümü tutulumu negatif iken, 5 (%5) hastada tutulum tespit edilmiş, ancak 19 hastada lenf düğümü xii tutulumuna bakılmamıştır. İzlem sürecinde 11 (%11) hastada rekürrens gelişmiş, 89 (%89) hastada rekürrens saptanmamıştır. Yüz hastadan 71'i (%71) hiçbir MMR geninde kayıp izlenmeyen grup, yani MMR negatif 29'u (%29) MMR genlerinden en az 1 tanesinde kayıp olan grup, yani MMR pozitif'tir. MLH1 kaybı saptanan hasta sayısı 25 (%25), PMS2 kaybı saptanan hasta sayısı 25 (%25), MLH1/PMS2 beraber kayıp saptanan hasta sayısı 25 (%25) olup, MSH2 kaybı saptanan hasta sayısı 3 (%3) olup, MSH6 kaybı saptanan hasta sayısı 6 (%6) olup, MSH2/MSH6 birlikte kayıp saptanan hasta sayısı 3 (%3)'tür. SONUÇ: Endometrioid tip endometrium kanserlerinde İHK değerlendirme sonucunda MMR ile lenfovasküler alan tutulumu ve derin myometrial tutulum arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Ancak bu ilişkinin sağkalıma etkisi görülmemiştir. Anahtar Kelimeler: Endometrioid tip endometrium kanseri, dMMR, MSİ
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93781&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93781&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93277
Objectives The aim of this study is to evaluate the effectiveness of B-lines, which are defined as a vertical, hyperechoic reverberation artifact detected in lung ultrasonography (LUS) in cases with increased lung parenchyma density, in the differantial diagnosis of pathologies involving the lung parenchyma. Methods This prospective single-center study was conducted at the Department of Emergency Medicine, Ege University Hospital between December 2021 and October 2022. Adult patients presenting with dyspnea were enrolled to the study and LUS was performed by a resident diffirent than patient's primary physician, and also blinded to the patient's clinical history. B-lines score, >3 B lines, pleural irregularity and presence of pleural effusion were investigated. All findings were recorded and a provisional diagnosis of LUS was made. Patients were clinically evaluated and necessary imaging investigated, and a clinical final diagnosis was made by the primary physician of the patient blinded to the patients LUS findings. Accuracy and concordance of the provisional diagnosis of LUS to the clinical final diagnosis and thorax computed tomography findings were calculated. Results Three hundred three patients were enrolled to the study, but since 42 patients met the exclusion criteria, two hundred sixty-one patients were analyzed. Clinical final diagnosis rates of patients were 18.4% for pulmonary edema, 17.2% for pneumonia, 18.8% for chronic obstructive pulmonary disease (COPD), 11.5% for pulmonary thrombo-embolism (PTE) and 34.1% had no pathologies of lung parenchyma. The LUS diagnosis and the clinical final diagnosis showed good concordance (Kappa:0,623, p:0.035). The kappa value of the concordance between the LUS diagnosis and thorax CT findings was 0,852 (p:0,038) for pulmonary edema, 0.726 (p:0.052) for pneumonia, 0.757 (p:0.053) for COPD exacerbation, 0.114 (p:0.076) for PTE and 0.742 (p:0.043) for normal patient group. We found that the sensitivity and the spesificity of LUS were 90.2-96.0% for pulmonary edema, respectively; 73.2%-96.1% for pneumonia, respectively; 70.4%-98.6% for COPD exacerbation, respectively; 11.8%-96.5% for PTE, respectively; 87.3%-98.5% for the normal patient group, respectively. The distribution of LUS findings according to thorax CT findings were evaluateted: statistically significant difference was found for B line score in pulmonary edema, pneumonia, COPD exacerbation and normal patient group; for >3 B line in pulmonary edema, pneumonia and normal patient group; for pleural irregularity in pneumonia and normal patient group (p0.05). The sensitivity and the specificity of LUS in diagnosing pleural effusion were calculated as 87.3% and 98.5%, respectively. And the concordance between LUS and thorax CT in diagnosing pleural effusion was good (kappa value:0.882). Conclusions When the concordance of LUS diagnosis made by evaluating B-lines with thorax CT findings and clinical final diagnosis are combined; AUS can be applied only by evaluating the B lines while making the differential diagnosis of pathologies involving the lung parenchyma in patients presenting to the emergency department with dyspnea. Amaç Bu çalışmanın amacı; akciğer parankim yoğunluğunun arttığı vakalarda akciğer ultrasonografisinde (AUS) saptanan, dikey ve hiperekojen yankılanma artefaktı olarak tanımlanan B çizgilerinin akciğer parankimini ilgilendiren patolojilerin ayırıcı tanısındaki etkinliğinin değerlendirilmesidir. Gereç ve yöntem Bu çalışma tek merkezli ve prospektif nitelikte bir araştırma olup Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisi'ne başvuran hastalarda ve Aralık 2021- Ekim 2022 tarihleri arasında yürütüldü. Nefes darlığı ve >18 yaş olan hastalara, hastanın klinik bilgisine kör olarak primer hekiminden farklı, araştırma ekibinden bir uygulayıcı tarafından AUS uygulandı. B çizgi skoru, >3 B çizgisi, plevral düzensizlik ve plevral efüzyon varlığı araştırıldı. Bulgular olgu rapor formuna kaydedildi ve hastaya AUS ön tanısı oluşturuldu. Hastaların primer hekimi, hastanın tetkikleri tamamlandıktan sonra, AUS bulgularına kör olarak hastanın klinik son tanısını belirledi. AUS ön tanısı, hastanın acil servisteki klinik son tanısı ve toraks bilgisayarlı tomografi (BT) görüntülemesinde saptanan bulgular arasındaki uyum değerlendirildi. Bulgular Çalışmaya 303 hasta dahil edildi fakat 42 hasta çalışmadan çıkartılma kriterlerini karşıladığı için 261 hasta ile analiz yapıldı. Hastaların klinik son tanılarının %18,4'ü pulmoner ödem, %17,2'si pnömoni, %18,8'i kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), %11,5'inin pulmoner trombo-emboli (PTE) ve %34,1'inin normal olduğu görüldü. AUS ön tanı ile klinik son tanı arasındaki uyum değerlendirildiğinde kappa değeri 0,623 olarak hesaplandı (p=0,035). AUS ön tanı ve toraks BT bulguları arasındaki uyuma bakıldığında ise kappa değerinin pulmoner ödemde 0,852, pnömonide 0,726, KOAH atakta 0,757, PTE'de 0,114 ve normal hastalarda 0,742 olduğu görüldü (sırasıyla p=0,038; 0,052; 0,053; 0,076; 0,043). AUS'nin toraks BT bulgularını tanımadaki duyarlılık ve özgüllüğü sırasıyla pulmoner ödem için %90,2-%96,0; pnömoni için %73,2-%96,1; KOAH atak için %70,4- %98,6; PTE için %11,8-%96,5; normal hasta grubu için %87,3-%98,5 olarak hesaplandı. AUS bulgularının toraks BT bulgularına göre dağılımına bakıldığında ise >3 B çizgisi pulmoner ödem, pnömoni ve normal hastalarda; B çizgi skoru pulmoner ödem, pnömoni, KOAH atak ve normal hasta grubunda; plevral düzensizlik pnömoni ve normal hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p0,05). Plevral efüzyonun saptanmasında AUS'nin duyarlılık ve özgüllüğünün sırasıyla %87,3 ve %98,5 olarak hesaplandı. Plevral efüzyonun AUS ve toraks BT ile saptanmasındaki uyuma bakıldığında kappa değerinin 0,882 olduğu görüldü (p=0,035). Sonuç Sadece B çizgileri değerlendirilerek oluşturulan AUS ön tanısının toraks BT bulguları ve klinik son tanı arasındaki uyum birlikte değerlendirildiğinde; acil servise nefes darlığı ile başvuran hastalarda akciğer parankimini ilgilendiren patolojilerin ayırıcı tanısı yapılırken AUS, yalnızca B çizgileri değerlendirilerek uygulanabilir.
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93277&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93277&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93595
Introduction and Objective: Pulmonary embolism (PE) is the obstruction of the pulmonary artery or one of its branches by a material originating from another part of the body. Despite advances in PE over the past 30 years, premature death rates are high, it is a relatively common acute cardiovascular disorder. Heart failure (HF) is a clinical syndrome characterized by a variety of signs (high jugular venous pressure, pulmonary rales, and peripheral edema) and various symptoms (shortness of breath, ankle swelling, and fatigue) caused by a structural or functional cardiac abnormality). New and worsening symptoms in HF often result in hospitalization and emergency room visits. It has reached the epidemic level with the aging population worldwide. Gamma-glutamyl transpeptidase (GGT) catalyzes the transfer of glutathione to other peptides and L-amino acids. GGT is located in the cell membranes of many tissues such as kidney, pancreas, liver, heart, spleen, brain and seminal vesicles. The antioxidant effect of glutathione and the importance of GGT in glutathione metabolism have been demonstrated by experimental studies. Because of this feature, GGT levels have been associated with many cardiovascular diseases, especially hypertension and diabetes. In our study, which we designed based on this information, it was aimed to determine the relationship of GGT levels measured at the time of admission to the hospital with emergency service outcome and 28-day mortality in both acute PE and decompensated HF patients. Materials and Methods: Our study was planned as a retrospective cohort study. Patients who applied to Ege University Medical Faculty Emergency Service between 01.03.2022 and 31.08.2022 and were diagnosed with acute pulmonary embolism (n=274) and/or decompensated heart failure (n=365) as a result of the tests were included in the study. Among these patients, 98 PE patients and 40 decompensated HF patients who had at least one of the exclusion criteria were excluded from the study. The information of the patients in both disease populations was scanned in terms of parameters such as demographic data, clinical and laboratory findings, echocardiographic findings, emergency room outcome, 28-day mortality, and preferred treatment method. The patients were divided into 2 groups as good prognosis and poor prognosis according to the emergency department outcome. Good prognosis was discharge and hospitalization, and poor prognosis was intensive care admission and exitus. The relationship between independent variables and dependent variables was statistically analyzed. SPSS Windows 26.0 version package program was used in the analysis. Pearson Chi-Square/Fisher's exact test was used in the analysis of categorical variables. 10 Independent sample t test / Mann Whitney U test was used for comparison of two independent groups. Results: A total of 501 patients, 126 with PE and 325 with decompensated HF, were included in the study. The median age was 76 in PE patients and 73 in DHF patients. When the GGT levels of both groups at the time of application were examined; The median value was 31.5 U/L (8-290) in PE patients and 45 U/L (5-589) in DHF patients. 43 ( 24.4% ) of PE patients and 57 (17.5%) of DHF patients had 28-day mortality. While 47.2% of PE patients had poor emergency room outcome, this rate was 53.6% in DHF patients. The mean age in PE patients was statistically significantly higher in the group with 28-day mortality compared to the group without (p=0.04). At admission, oxygen saturation, systolic and diastolic blood pressure levels were significantly lower in the group with 28-day mortality compared to the other group (p=0.001, p=0.020, p=0.004, respectively). Systolic and diastolic blood pressures were associated with 28-day mortality in DHF patients (p0.01, p=0.01). Laboratory parameters such as AST, Troponin T and NT-ProBNP were associated with 28-day mortality in PE patients (p=0.012, p0.001, p=0.018, respectively). However, there was no correlation between GGT and 28-day mortality. The GGT level was significantly higher in patients with DHF who had a 28-day mortality (p=0.008). Apart from GGT, AST, TropT, NT-proBNP, creatinine, and D-dimer were parameters associated with mortality at 28 days (p=0.003, p=0.005, p0.001, p=0.035, p=0.001, respectively). 49 U/L value of GGT was found to be the cut-off in distinguishing 28-day mortality. This value had 63.2% sensitivity and 59.3% specificity. Conclusion: GGT, one of the enzymes involved in the antioxidant mechanism, may be a useful parameter in predicting 28-day mortality in patients with HF. 49 value of GGT was found to be the most appropriate value in differentiating 28-day mortality in DHF patients. However, validation studies are needed before it can be used routinely. Key words: pulmonary thromboembolism, decompensated heart failure, gamma glutamyl transferase, emergency department outcome, 28-day mortality Giriş ve Amaç: Pulmoner emboli (PE), pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka bir yerinden kaynaklanan bir materyal tarafından tıkanmasıdır. PE'deki son 30 yılda görülen gelişmelere rağmen erken ölüm oranları yüksektir, nispeten yaygın bir akut kardiyovasküler bozukluktur. Kalp yetmezliği (KY), yapısal veya foksiyonel bir kardiyak anormalliğin neden olduğu çeşitli belirtiler (yüksek juguler venöz basınç, pulmoner raller ve periferik ödem) ve çeşitli semptomlarla (nefes darlığı, ayak bileği şişmesi ve yorgunluk) karakterize bir klinik sendromdur). KY'de yeni ve kötüleşen semptomlar sıklıkla hastaneye yatış ve acil servis başvurusu ile sonuçlanmaktadır. Dünya genelinde yaşlanan popülasyonla birlikte salgın düzeyine gelmiştir. Gama-glutamil transpeptidaz (GGT), glutatyonun diğer peptitlere ve L-amino asitlere transferini katalize etmektedir. GGT, böbrek, pankreas, karaciğer, kalp, dalak, beyin ve seminal veziküller gibi pek çok dokunun hücre zarlarında yer almaktadır. Glutatyonun antioksidan etkisi ve GGT'ın glutatyon metabolizmasındaki önemi yapılan deneysel çalışmalarla gösterilmiştir. Bu özelliğinden dolayı GGT düzeyleri başta hipertansiyon ve diyabet olmak üzere birçok kardiyovasküler hastalık ile ilişkilendirilmiştir. Bu bilgilerden yola çıkarak tasarladığımız çalışmamızda hem akut PE hem de dekompanse KY hastalarında hastaneye başvuru anında ölçülen GGT düzeylerinin acil servis sonlanımı ve 28 günlük mortalite ile ilişkisini tespit etmek amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız bir retrospektif kohort çalışması olarak planlandı. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi'ne 01.03.2022-31.08.2022 tarihleri arasında başvuran ve yapılan tetkikler sonucunda akut pulmoner emboli (n=274) ve/veya dekompanze kalp yetmezliği (n=365) tanısı almış hastalar çalışmaya alındı. Bu hastalar arasında dışlanma kriterlerinden en az birine sahip olan 98 PE hastası ve 40 dekompanse KY hastası çalışma dışı bırakıldı. Her iki hastalık popülasyonunu oluşturan hastaların bilgileri demografik veriler, klinik ve laboratuvar bulguları, ekokardiyografi bulguları, acil servis sonlanımı, 28 günlük mortalite ve tercih edilen tedavi yöntemi gibi parametreler açısından tarandı. Hastalar acil servis sonlanımına göre iyi prognoz ve kötü prognoz olarak 2 gruba ayrıldı. İyi prognoz taburculuk ve servis yatışını, kötü prognoz ise yoğun bakım yatışı ve exitusu ifade etmekteydi. Bağımsız değişkenler ile bağımlı değişkenlerin ilişkisi istatistiksel olarak analiz edildi. Analizde SPSS Windows 26.0 versiyon paket programı kullanıldı. Kategorik değişkenlerin analizinde Pearson Ki-Kare/Fisher'ın kesin testi kullanıldı. Bağımsız iki grup karşılaştırmalarında bağımsız örneklem t testi /Mann Whitney U testi uygulandı. Bulgular: Çalışmaya 126 'sı PE, 325'i dekompanse KY olmak üzere toplam 501 hasta alındı. PE hastalarında medyan yaş 76, DKY hastalarında ise 73'tü. Her iki grubun başvuru anı GGT seviyeleri incelendiğinde; PE hastalarında ortanca değer 31.5 U/L (8-290), DKY 8 hastalarında ise 45 U/L (5-589) idi. PE hastalarının 43'ü (%24.4), DKY hastalarının ise 57'si (%17.5) 28 günlük mortaliteye sahipti. PE hastalarının %47.2'sinin acil servis sonlanımı kötü iken, DKY hastalarında bu oran %53.6 idi. PE hastalarında ortalama yaş, 28 günlük mortalitesi olan grupta olmayan gruba göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti (p=0.04). Başvuru anı oksijen satürasyonu, sistolik ve diyastolik kan basıncı düzeyi 28 günlük mortalitesi olan grupta diğer gruba göre anlamlı düzeyde düşüktü (sırasıyla p=0.001, p=0.020, p=0.004). DKY hastalarında ise sistolik ve diyastolik kan basıncı 28 günlük mortalite ile ilişkiliydi (p0.01, p=0.01). Laboratuvar parametrelerinden AST, Troponin T ve NT-ProBNP PE hastalarında 28 günlük mortalite ile ilişkiliydi (sırayla p=0.012, p0.001, p=0.018). Ancak GGT ile 28 günlük mortalite arasında da ilişki yoktu. DKY tanılı hastalarında 28 günlük mortaliteye sahip olanlarda GGT düzeyi anlamlı düzeyde yüksekti (p=0.008). GGT dışında AST, TropT, NT-proBNP, kreatinin ve D-dimer 28 gün içinde mortalite ile ilişkili parametrelerdi (sırasıyla p=0.003, p=0.005, p0.001, p=0.035, p=0.001). GGT'nin 49 U/L değeri 28 günlük mortaliteyi ayırt ettirmede cut-off olarak bulundu. Bu değer %63.2 sensitivite %59.3 spesifiteye sahipti. Sonuç: Antioksidan mekanizmada görev alan enzimlerden biri olan GGT, KY hastalarında 28 günlük mortaliteyi öngörmede faydalı bir parametre olabilir. DKY hastalarında GGT'nin 49 değeri 28 günlük mortaliteyi ayırt ettirmede en uygun değer olarak bulunmuştur. Ancak rutin kullanıma girebilmesi için validasyon çalışmalarına ihtiyaç vardır. Anahtar kelimeler: pulmoner tromboemboli, dekompanse kalp yetmezliği, gama glutamil transferaz, acil servis sonlanımı, 28 günlük mortalite
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93595&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93595&type=result"></script>');
-->
</script>
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=od_____10072::b4df3709431d6bafd7b7482db671b731&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=od_____10072::b4df3709431d6bafd7b7482db671b731&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93610
ÖZET İZMİR İLİNDE ÜNİVERSİTE VE EĞİTİM ARAŞTIRMA HASTANELERİNDE GÖREV YAPMAKTA OLAN ÇOCUK SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI UZMANLIK ÖĞRENCİLERİNİN OTİZM SPEKTRUM BOZUKLUĞU HAKKINDA BİLGİ, TUTUM VE DAVRANIŞLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Giriş: Otizm spektrum bozukluğu (OSB) bulguları çocukluk çağının erken döneminde görülmeye başlayan, büyük ölçüde yaşam boyu devam eden bir nörogelişimsel bozukluktur. Son yıllarda görülme sıklığının yükselişi, OSB tanılı olgulardaki en önemli prognostik faktörlerden biri olan erken tanı ve müdahalenin değerini arttırmıştır. Çocuk sağlığı ve hastalıkları, doğumdan itibaren sağlıklı çocuk izlemi veya başka sebepler ile yapılan başvurular esnasında çocuklar ile en çok karşılaşan klinik branştır. Bu nedenle OSB tanısından şüphelenme ve en kısa sürede çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanına yönlendirme konusunda büyük önem taşımaktadır. Amaç: Bu çalışmada çocuk sağlığı ve hastalıkları alanında uzmanlık eğitimi alan doktorların OSB ile ilgili bilgi, tutum ve davranışlarını değerlendirmek amaçlanmıştır. Çocuk sağlığı ve hastalıkları hekimlerinin OSB hakkında farkındalığının arttırılması ve bu yolla şüpheli olguları tespit etmesi, çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları birimine yönlendirmesi ve otizme sıklıkla eşlik eden diğer tıbbi durumlar hakkında bilgi sahibi olması çalışmamızın diğer amaçları arasında yer almaktadır. Yöntem: İzmir ilinde çocuk sağlığı ve hastalıkları alanında uzmanlık eğitimi almakta olan doktorlar arasında; Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 90 katılımcı, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 59 katılımcı, S.B.Ü. Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde 55 katılımcı, S.B.Ü. Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde 82 katılımcı olmak üzere toplam 286 katılımcı çalışmaya dahil edilmiştir. Katılımcılara ait demografik veriler, çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitiminde geçirilen süre, çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olmak, OSB ile ilgili eğitim programına katılmış olmak, OSB tanılı olgu değerlendirme sürecine katılmış olmak, OSB dahil herhangi bir psikiyatrik hastalığa sahip yakına sahip olmak şeklinde klinik bilgiler kaydedilmiştir. Katılımcıların OSB tanısından şüphelenme ve olguları yönlendirme konusunda kendilerine IX güvenlerini ölçen sorular, OSB taraması, birincil, ikincil ve üçüncül düzey koruması ile ilgili bilgileri ölçen, klinik pratikte OSB tanılı olgu ile olan deneyimler hakkında bilgi edinmeye yönelik açık uçlu sorular, OSB gidişatı, komorbid durumlar ve etiyolojisine yönelik sorular ile elde edilen veriler kaydedilmiştir. OSB hakkındaki bilgi düzeyini ölçmeye yönelik Sağlık Çalışanlarının Çocukluk Çağı Otizmi Hakkında Bilgi Anketi (SÇ-OBA) ve OSB'ye yönelik toplumsal tutumu değerlendirmek amacıyla Otizm Spektrum Bozukluğuna Yönelik Toplumsal Tutumlar Ölçeği (OYTTÖ) tüm katılımcılar tarafından doldurulmuştur. Bulgular: Çalışmadaki katılımcıların pediatri uzmanlık eğitimindeki süreleri karşılaştırıldığında %47,2'sinin (n=135) ilk 2 yılı içerisinde, %17,8'sinin (n=51) 2-3 yıl aralığında, %35,0'inin (n=100) 3 yılını tamamlamış olduğu değerlendirilmiştir. Katılımcıların %19,6'sı (n=56) çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonunu yaptığını bildirmiştir. Uzmanlık eğitimi sürecinde OSB hakkında eğitime katılma oranı %22 (n=63) iken gönüllü olarak OSB hakkında eğitime katılma oranı %11,2 (n=32) olarak saptanmıştır. Katılımcıların %19,9'unun (n=57) OSB tanısı almış tanıdığının bulunduğu, %30,1'inin (n=86) ailesinde psikiyatrik hastalık öyküsü bulunduğu, %9,1'inin (n=26) ailesinde özel gereksinime sahip birey öyküsü olduğu belirlenmiştir. T.C. Sağlık Bakanlığı tarafından önerilen OSB tarama ve takip programları hakkında katılımcıların yalnızca %11,9'unun (n=43) bilgi sahibi olduğu saptanmıştır. OSB'ye yönelik birincil, ikincil, üçüncül düzey koruma hakkındaki sorulara, katılımcıların yaklaşık yarısından çoğunun bilgi sahibi olmaması nedeniyle yanıt vermediği gözlenmiştir. Katılımcıların %54,2'si (n=155) hekimlik deneyimleri boyunca OSB şüpheli olgu ile karşılaştığını belirtmiştir. Şüpheli bulgular arasında en çok gözlemlenen%39,5 (n=113) oranı ile göz temasında kısıtlılık olup, katılımcıların%24,5'i (n=70) sosyal iletişim becerilerinde gerilik, %18,5'i (n=53) tekrarlayıcı davranış kalıpları ve kısıtlı ilgi alanları, %15,4'ü (n=44), %6,6'sı (n=19) adına bakmama, %6,3'ü (n=18) DEHB ile ilgili bulgular, %3,5'i (n=10) irritabilite/agresyon, %1,4'ü (n=4) duyusal hassasiyetleri gözlemlediğini belirtmiştir. OSB tanılı olgularda normal popülasyona göre daha sık gözlenen tıbbi durumlar ve hastalıklar ile ilgili soruya; katılımcıların %26,6'sı (n=76) epilepsi, %36,4'ü (n=104) GİS problemleri, %67,5'i (n=193) beslenme sorunları ve %77,6'sı (n=222) uyku problemleri şeklinde yanıt vermiştir. OSB etiyolojisinde rol oynayan faktörler hakkında katılımcıların %88,1'i (n=252) genetik yatkınlığın, %72,4'ü (n=207=) ileri anne-baba yaşının, % 58,4'ü (n=167) perinatal risk faktörlerinin, %57'si (n=163) teknoloji maruziyetinin, %62,9'u (n=180) çevresel risk faktörlerin yer aldığını düşünmektedir. Katılımcıların %5,9'unun (n=17) aşıların, sırasıyla %41,3 (n=118) ve %42,7 (n=122) oranları ile hatalı ebeveyn yaklaşımları ve X ihmal/istismarın etiyolojide rol oynadığını düşündüğü saptanan sonuçlar arasındadır. Pediatri uzmanlık eğitim süresine göre karşılaştırıldığında, eğitim süresi 2 yılın üstünde olanların, SÇOBA sosyal etkileşim bozukluklarını değerlendiren Alan1, iletişim ve dil gelişimi ile ilgili problemleri değerlendiren Alan 2, tekrarlayıcı davranış kalıplarını değerlendiren Alan 3, OSB etiyolojisi, komorbid tıbbi ve psikiyatrik hastalıkları, başlangıç yaşını değerlendiren Alan 4 ve SÇ-OBA Toplam puanları daha yüksek gözükse de istatiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır (p>0,05). Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olan ve yapmamış olan iki grup karşılaştırıldığında ise SÇ-OBA Alan1 (p=0,021), Alan2 (p=0,002), Alan3 (p=0,007), Alan4 (p=0,007) ve Toplam (p=0,000) puanları arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmiş, rotasyon yapmış olan grubun bilgi anketi ile ilgili tüm puanları daha yüksek saptanmıştır. Eğitim süresi 0-2 yıl aralığında olan grup ile 2 yılın üstünde olan iki grubun OYTTÖ Bilgi alt boyutu ve (p0,05) ve OYTTÖ Toplam puanları (p0,05) incelendiğinde ise eğitim süresi 2 yılın altında olan grup puanlarının istatiksel olarak anlamlı ölçüde daha yüksek olduğu ve bu grubun OSB'ye yönelik toplumsal tutumunun daha olumsuz olduğu gözlenmiştir. Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olan ve yapmamış olan grubun OYTTÖ alt boyut puanları incelendiğinde Bilgi alt boyutu puanları arasında rotasyon yapmamış olan grubun puanları istatiksel olarak anlamlı ölçüde daha düşük saptanarak, bu grubun OSB'ye yönelik daha olumlu toplumsal tutuma sahip olduğu tespit edilmiştir (p0,05). Sonuç: Çalışmamızda çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitimi alan doktorların OSB hakkındaki bilgi düzeylerinin uzmanlık eğitimindeki süre ile yükseldiği gözlense de bu farklılık istatiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları anabilim dalında rotasyon yapmış olmak ile OSB hakkında bilgi düzeyi arasında, çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapanların lehine istatiksel olarak anlamlı ilişki saptanmıştır. Çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitimindeki sürenin 2 yılın üstünde olması ve çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olmak ile OSB 'ye yönelik T.C. Sağlık Bakanlığı tarama programı hakkında bilgiye sahip olunması arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmiştir. Çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitim süresi ve çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları rotasyonu yapmış olmak ile OSB'ye yönelik birincil, ikincil, üçüncül düzey koruma gereksinimleri hakkında bilgi düzeyinin ilişkili olduğu saptanmıştır. ABSTRACT EVALUATION OF KNOWLEDGE, ATTİTUDES AND BEHAVİORS OF PEDİATRİC HEALTH AND DİSEAS SPECİALTY RESİDENTS REGARDİNG AUTİSM SPECTRUM DİSORDER IN UNİVERSİTY AND TRAİNİNG AND RESARCH HOSPİTALS IN İZMİR, TURKEY Introduction: Autism Spectrum Disorder (ASD) is a neurodevelopmental disorder that typically manifests in early childhood and largely persists throughout one's lifetime. The recent increase in its prevalence has highlighted the importance of early diagnosis and intervention, which is considered a crucial prognostic factor for individuals diagnosed with ASD. Pediatrics is the clinical specialty that primarily deals with children, starting from birth and encompassing healthy child monitoring as well as evaluations prompted by various reasons. As a result, suspecting ASD and promptly referring children and adolescents to child and adolescent psychiatrists holds significant importance. Objective: The aim of this study is to assess the knowledge, attitudes, and behaviors of doctors undergoing specialization training in the field of pediatrics regarding ASD. Increasing awareness among pediatricians about ASD, thereby enabling them to identify suspected cases, refer individuals to child and adolescent psychiatry units, and acquire information about medical conditions often associated with autism, constitutes other objectives of our study. Method: Among the doctors undergoing specialization training in the field of pediatrics in İzmir province, a total of 286 participants were included in the study, consisting of 90 participants from Ege University Faculty of Medicine, 59 participants from Dokuz Eylül University Faculty of Medicine, 55 participants from S.B.Ü. Tepecik Training and Research Hospital, and 82 participants from S.B.Ü. Dr. Behçet Uz Children's Diseases and Surgery Training and Research Hospital. Demographic information of the participants, duration of training in pediatric health and diseases, completion of child and adolescent psychiatry rotation, participation in ASD-related educational programs, involvement in the evaluation process of ASD-diagnosed cases, and having a close relative with any psychiatric disorder, were recorded as clinical data. Questions were posed to assess participants' confidence in suspecting ASD and referring cases, ASD screening, knowledge about primary, secondary, and tertiary level protection, and obtaining information about experiences with ASD-diagnosed cases in clinical practice through open-ended questions related to ASD course, comorbid conditions, and XIII etiology. To measure the level of knowledge about ASD, all participants completed the "The Knowledge about Childhood Autism Among Health Workers Questionnaire, KCAHW" and "Social Attitudes Towards Autism Scale, SATA". Findings: When comparing the duration of pediatric specialization training among the participants in the study, it was observed that 47.2% (n=135) completed their training within the first 2 years, 17.8% (n=51) within the 2–3 year range, and 35.0% (n=100) had completed 3 years. Approximately 19.6% (n=56) of the participants reported having undergone a child and adolescent psychiatry rotation. While 22% (n=63) of the participants received formal training on ASD during their specialization period, only 11.2% (n=32) voluntarily attended ASD-related training sessions. Among the participants, 19.9% (n=57) reported knowing someone diagnosed with ASD, 30.1% (n=86) had a family history of psychiatric disorders, and 9.1% (n=26) had a family member with special needs. Only 11.9% (n=43) of the participants were found to have knowledge about the ASD screening and follow-up programs recommended by the Turkish Ministry of Health. Regarding questions about primary, secondary, and tertiary level protection for ASD, many participants refrained from answering due to a lack of knowledge. 54.2% (n=155) of the participants indicated encountering suspected ASD cases during their medical experience. Among the observed suspicious findings, limited eye contact was the most frequently reported at 39.5% (n=113), followed by 24.5% (n=70) reporting deficits in social communication skills, 18.5% (n=53) noting repetitive behavior patterns and restricted interests, 15.4% (n=44) not responding to their name, 6.6% (n=19) observing symptoms related to ADHD, 6.3% (n=18) irritability/aggression, and 1.4% (n=4) sensory sensitivities. In response to a question about medical conditions and illnesses more commonly observed in individuals with ASD compared to the general population, 26.6% (n=76) mentioned epilepsy, 36.4% (n=104) gastrointestinal problems, 67.5% (n=193) feeding problems, and 77.6% (n=222) sleep problems. Regarding factors contributing to the etiology of ASD, 88.1% (n=252) believed in a genetic predisposition, 72.4% (n=207) considered advanced parental age, 58.4% (n=167) mentioned perinatal risk factors, 57% (n=163) considered technology exposure, and 62.9% (n=180) thought environmental risk factors played a role. Additionally, 5.9% (n=17) believed vaccines played a role, while 41.3% (n=118) and 42.7% (n=122) respectively thought incorrect parenting approaches and neglect/abuse contributed to the etiology. When comparing pediatric specialization training duration, no statistically significant difference (p>0.05) was found in the KCAWH scores, including social interaction disorders (Area 1), communication and language development issues (Area 2), repetitive behavior patterns (Area 3), ASD etiology, comorbid medical and psychiatric conditions, and onset age assessment (Area 4). When comparing XIV participants who had and hadn't completed child and adolescent psychiatry rotations, statistically significant differences were found in the KCAWH scores for Area 1 (p=0.021), Area 2 (p=0.002), Area 3 (p=0.007), Area 4 (p=0.007), and Total (p=0.000), with those who had completed the rotation achieving higher scores, indicating more favorable attitudes and greater knowledge. Furthermore, when examining the SATA Knowledge subscale and Total scores, participants with training durations between 0-2 years had significantly higher scores (p0.05), indicating a less positive societal attitude toward ASD compared to those with more than 2 years of training. Similarly, participants who had not completed a child and adolescent psychiatry rotation had significantly lower scores in the SATA Knowledge subscale (p0.05), suggesting a more positive societal attitude toward ASD. Results: In our study, although an observed increase in the knowledge levels of doctors undergoing pediatric specialization training regarding ASD was noted in relation to the duration of specialization training, this difference was not found to be statistically significant. An association was found to be statistically significant between having completed a rotation in the Department of Child and Adolescent Psychiatry and the knowledge level about ASD, favoring those who had completed the rotation. Statistically significant relationships were observed between having a pediatric specialization training duration of more than 2 years, having completed a rotation in the Department of Child and Adolescent Psychiatry, and possessing knowledge about the ASD screening program recommended by the Turkish Ministry of Health. The duration of pediatric specialization training and completion of a rotation in the Department of Child and Adolescent Psychiatry were found to be associated with knowledge levels about primary, secondary, and tertiary level protection needs for ASD. Key words: autism spectrum disorder; pediatrics; ASD screening program; primary; knowledge, attitudes and behaviors about ASD; pediatric specialty core curriculum
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93610&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93610&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93863
Objective: The aim of this study was to retrospectively analyze the clinical and laboratory parameters of PD patients with a history of dialysis-associated peritonitis, to examine the parameters affecting peritonitis and peritonitis-related mortality and morbidity, and to reveal the general characteristics of patients with peritonitis in our clinic. Materials and Methods: Between 2000 and 2022, patients who were followed up in the Adult PD Unit and had their first episode of peritonitis were included in the study and their data were retrospectively analyzed. Results: A total of 184 patients were included in our study and laboratory results at the time of the first episode of peritonitis were analyzed. The mean age of the patients was 47.8±14.6 years. Of all patients, 48.9% were males and 51.1% were females. Of 184 patients, 62 (33.7%) left PD due to infection, while 122 (66.7%) left PD for non-infectious reasons or did not leave PD. Among 184 patients, the most common etiology of CKD was DM with 17.4%. There was a significant correlation between PD dropout status and IgA nephropathy (p=0.03). There was no significant association between other etiologies and PD dropout status. There was no significant correlation between hemogram parameters and PD dropout status. When those who dropped out of PD due to infection were compared, hemoglobin was significantly lower in patients who died (p=0.03). When hematologic rates were analyzed, no significant correlation was found between the rates and the status of dropout from PD. Among those who left PD, there was a significant correlation between the lymphocyte/monocyte ratio and MPV/platelet ratio in patients who dropped out of PD and those who died (p=0.04, p=0.007, respectively). When biochemical parameters were analyzed, there was no significant correlation with PD dropout status. When those who dropped out of PD were compared among themselves, albumin, potassium and CRP/albumin ratio were significantly correlated ( p=0.03, p=0.02, p=0.02, p=0.02, respectively). The mean albumin and potassium values were significantly lower in those who died, while the CRP/albumin ratio was significantly higher. There was no significant difference between the duration of PD, duration of HD if previously on HD, and dropout from PD (p>0.05). 77.2% of 184 patients were on SAPD. There was no significant relationship between PD dropout status and PD type. There was no significant correlation between PD dropout status and the amount of residual urine. When classified separately according to the presence or absence of growth in culture and subtype of growth, there was no significant difference with the status of dropout from PD (P>0.05). However, polymicrobial agents were significantly higher in those who died due to infection compared to those who dropped out of HD due to infection (p=0.04). The most common causative agent in the overall patient population was gram (+). As for culture agents, coagulase (-) staphylococci were the most common in the general patient population and in patients who dropped out of PD due to infection with 34.5% and 20.5%, respectively. In patients who died due to infection, the most common agent was Klebsiella with 33.3% and a significant association was found between Klebsiella in patients who dropped out of HD compared to those who died (p=0.009). When the comorbidities of the patients were analyzed, cardiovascular diseases ranked first with 66.8%, followed by DM with 22.3%. There was no significant correlation between the presence of comorbidities and dropout from PD (p>0.05). Conclusion: Lower Hb, higher MPV, lower lymphocyte/monocyte ratio, higher MPV/platelet ratio, lower albumin and potassium, and higher CRP/albumin ratios during the first episode of peritonitis in PD patients may be helpful in predicting infection-related mortality. In addition, culture growth of polymicrobial agents and Klebsiella growth were also found to have a mortality-increasing effect. In our center, culture growth, residual urine amount, having DM as an additional comorbidity, CRP, Wbc, neutrophil value at the time of diagnosis had no effect on infection-related mortality in the future. Key words: Peritonitis, peritoneal dialysis, mortality, hypoalbuminemia, MPV/platelet ratio, hypokalemia Amaç: Bu çalışmada PD hastalarında diyaliz ilişkili peritonit öyküsü olanların klinik ve laboratuvar parametreleri geriye dönük incelenerek, peritonit ve peritonite bağlı mortalite ve morbiditeyi etkileyen parametrelerin incelenmesi, ayrıca kliniğimizde peritonit olanların genel özelliklerinin ortaya konması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: 2000 ve 2022 yılları arasında Erişkin PD Ünitesinde takip edilmiş olan ve ilk peritonit atağını geçirmiş olanlar çalışmaya alınmış ve verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Çalışmamıza 184 hasta dahil edildi ve ilk peritonit atağı anındaki laboratuvar sonuçları incelendi. Hastaların yaş ortalaması 47,8±14,6'ydı. Tüm hastaların % 48,9'unu erkekler, % 51,1'ini kadınlar oluşturuyordu. 184 hastanın 62 (% 33,7) tanesi enfeksiyon nedenli PD'den ayrılırken 122 (66,7) tanesi PD'den enfeksiyon dışı nedenle ayrılan veya PD'den ayrılmayan gruptu. 184 hasta içinde en sık görülen KBH etyolojisi % 17,4 ile DM idi. PD'den ayrılma durumu ile IgA nefropatisi arasında anlamlı ilişki bulundu (p=0,03). Diğer etyolojilerle PD'den ayrılma durumu arasında anlamlı ilişki bulunmadı. Hemogramda bulunan parametrelerle PD'den ayrılma durumu arasında anlamlı ilişki saptanmadı. PD'den enfeksiyon nedenli ayrılanlar kıyaslandığında ise hemoglobinin ölen hastalarda anlamlı şekilde daha düşük olduğu görüldü (p=0,03). Hematolojik oranlar incelendiğinde oranlarla PD'den ayrılma durumu arasında anlamlılık saptanmadı. PD'den ayrılanlar incelendiğindeyse HD'ye geçenler ve ölen hastalarda lenfosit/ monosit oranı, MPV/ platelet oranı arasında anlamlı ilişki vardı (sırasıyla p=0,04, p=0,007). Biyokimyasal parametrelere bakıldığında PD'den ayrılma durumuyla aralarında anlamlı ilişki olmadığı görüldü. PD'den ayrılanlar kendi aralarında kıyaslandığındaysa albumin, potasyum ve CRP/ albumin oranıyla aralarında anlamlı ilişki olduğu görüldü (sırasıyla p=0,03, p=0,02, p=0,02). Albumin ve potasyum değerlerinin ortalaması ölenlerde anlamlı şekilde daha düşükken, CRP/ albumin oranıysa anlamlı şekilde daha yüksekti. PD süresi ve daha önce HD almışsa HD süresi ile PD'den ayrılma durumu arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0,05). 184 hastanın % 77,2'sinde SAPD kullanıldığı görüldü. PD'den ayrılma durumu ile PD tipi arasındaki anlamlı ilişki olmadığı saptandı. PD'den ayrılma durumuyla rezidü idrar miktarı arasında anlamlı ilişki bulunamadı. Kültürde üreme olup olmaması ve üreme alt tipine göre ayrı ayrı sınıflama yapıldığında PD'den ayrılma durumuyla aralarında anlamlı farklılık yoktu (p>0,05). Fakat enfeksiyon nedenli ölenlerde, polimikrobiyal etkenler, enfeksiyon nedenli HD'ye geçenlere göre anlamlı şekilde daha yüksekti (p=0,04). Tüm hasta popülasyonunda en sık görülen etken gram (+)'lerdi. Kültür etkenlerindeyse genel hasta popülasyonunda ve enfeksiyon nedenli PD'den ayrılanlarda en sık görülen sırasıyla % 34,5 ve % 20,5'le koagulaz (-) stafilokoklardı. Enfeksiyon nedenli ölen hastalarda ise % 33,3 ile en sık etken Klebsiellaydı ve HD'ye geçenler ölenlerle kıyaslandığında klebsiella ile aralarında anlamlı ilişki saptandı (p=0,009). Hastaların komorbiditeleri incelendiğinde % 66,8'le ilk sırada kardiyovasküler hastalıklar gelirken, % 22,3'le ikinci sırada DM geliyordu. Komorbiditelerin varlığıyla PD'den ayrılma durumu arasında anlamlı bir ilişki yoktu (p>0,05). Sonuç: PD hastalarının ilk peritonit atağı sırasında; daha düşük Hb, daha yüksek MPV, daha düşük lenfosit/ monosit oranı, daha yüksek MPV/ platelet oranı, hipoalbuminemi ve hipokaleminin, CRP/ albumin oranlarının daha yüksek olmasının enfeksiyon ilişkili mortaliteyi öngörme konusunda yardımcı olabileceği görüldü. Ayrıca kültürde polimikrobiyal etken üremesi ve Klebsiella üremesinin de mortaliteyi arttırıcı etkisinin olduğu saptandı. Merkezimizde; kültürde üreme olup olmama durumu, rezidü idrar miktarı ve ek komorbidite olarak DM'ye sahip olmak, tanı anında CRP, Wbc, nötrofil değerinin de ileriki dönemde enfeksiyon ilişkili mortalitede etkisi olmadığı görüldü. Anahtar kelimeler: Peritonit, periton diyalizi, mortalite, hipoalbuminemi, MPV/ platelet oranı, hipokalemi
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93863&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93863&type=result"></script>');
-->
</script>
handle: 11454/93870
Introduction: The COVID-19 pandemic has drastically changed both the world order and our daily lives. This situation, which affects every aspect of life, has also caused significant changes in education systems. Schools have started to switch to distance education systems. Children and adolescents were also very affected by this new situation. Opinions have developed that this change in environmental factors also affects cognitive processes (especially those related to higher executive functions and social cognition). The effect of internet communication, information exchange, communication and screen exposure on our cognitive functions is unclear. There are few studies in the literature on the effects of internet and screen interactions of children and adolescents on their cognition and social cognition. There is much less research on the effects of distance education systems on students' cognition. Humans are social beings by nature. In the distance education system, the need for socialization, which is necessary for the socio-cognitive development and functionality of the students, will not be met face to face with the school system, and this deficiency will be tried to be eliminated in the virtual environment. Research on the effects of distance education will shed light on the effects of this system, which is likely to continue to be used in the future, on people. Objective: This research was planned in order to evaluate the effects of distance education on the social cognition, internet addiction and academic motivation of 8th grade students, and secondarily to examine the relationship between related sociodemographic and other data. Method: Participation in our study's first stage started in January 2021, when the students were receiving uninterrupted distance education for a minimum of 4 months, and until March, the participation of 122 students and their parents was completed. In the first stage, the ix parents took the socio-demographic data form containing the relevant data, then the social responsiveness scale and the conners parent rating scale renewed forms, the students the socio-demographic form, the mind-reading test, the faces test, the cognitive, emotional and bodily empathy scale for children, the Bapint internet They completed the addiction form and the academic motivation scale. The second phase of our study started in June 2021 with the participation of 37 of the students who participated in the first phase, while they were receiving face-to-face education for a minimum of 3.5 months. At this stage, after the parents filled in only a short socio-demographic form, the students completed all the same scales. Due to the pandemic, all work was done through Google forms. Results: It has been observed that the majority of students and parents prefer face-to-face education. The frequency of extracurricular internet use in the face-to-face education group was found to be significantly higher than the distance education group. There was no statistically significant relationship between academic motivation, social cognition skills, and internet addiction scores between the distance education and face-to-face education groups. It has been determined that students exhibit higher academic achievement in face-to-face education. The girls' theory of mind and empathy skills were found to be higher than boys. There was a positive relationship between academic achievement and social cognition skills and academic motivation, and a negative relationship with internet addiction. There was a positive relationship between the number of siblings; empathy and academic motivation, and a negative relationship between internet addiction. There was a negative relationship between the duration of extracurricular internet use and empathy and academic motivation scores, and a positive relationship between internet addiction scores. A negative relationship was found between internet addiction and academic motivation while the student was receiving distance or face-to-face education. Discussion: The findings we obtained as a result of our study showed the effects of distance education on social cognition, academic motivation and internet addiction. The effects of this new environment on health and well-being will be revealed in future studies. Giriş: COVİD-19 salgını hem dünya düzenini hem de günlük yaşantımızı büyük ölçüde değiştirdi. Hayatın her alanını etkileyen bu durum öğretim sistemlerinde de önemli değişimlere neden oldu. Okullar uzaktan eğitim sistemlerine geçmeye başladılar. Çocuk ve ergenler de bu yeni durumdan çok etkilendiler. Özellikle çevresel faktörlerdeki bu değişimin bilişsel süreçleri de (özellikle yüksek yönetici işlevler ve sosyal biliş ile ilgili olanlar) etkilediği yönünde görüşler gelişti. İnternetin iletişim, bilgi alışverişi, haberleşme ve ekran maruziyetinin bilişsel fonksiyonlarımıza etkisi belirsizdir. Yazında çocuk ve ergenlerin internetle ve ekranla etkileşimlerinin onların bilişlerine ve sosyal bilişlerine etkileriyle ilgili az sayıda çalışma vardır. Uzaktan eğitim sistemlerinin öğrencilerin bilişlerine etkileriyle ilgili çok daha az sayıda araştırma vardır. İnsanlar doğaları gereği sosyal varlıklardır. Uzaktan eğitim sisteminde öğrencilerin sosyo bilişsel gelişimi ve işlevselliği için gerekli olan sosyalleşme ihtiyacı okul sistemiyle yüz yüze olarak karşılanamayacak olup bu eksiklik sanal ortamda giderilmeye çalışılacaktır. Uzaktan eğitimin etkileri konusunda yapılacak araştırmalar ileride kullanılmaya devam edilmesi olası bu sistemin insanlara olan etkilerine ışık tutacaktır. Amaç: Uzaktan eğitimin, 8.sınıf öğrencilerinin sosyal bilişleri, internet bağımlılıkları ve akademik güdülenmelerine olan etkilerini değerlendirmek, ikincil olarak da ilgili sosyodemografik ve diğer verilerin birbirleriyle ilişkisini incelemek amacıyla bu araştırma planlanmıştır. Yöntem: Çalışmamızın ilk aşamasına katılımlar 2021 yılı ocak ayında öğrenciler minimum 4 aydır kesintisiz uzaktan eğitim aldıkları esnada başlamış olup mart ayına kadar 122 öğrenci ve ebeveyninin katılımı tamamlanmıştır. İlk aşamada ebeveynler ilgili verileri içeren sosyo demografik veri formu, sonrasında da sosyal cevaplılık ölçeği ve conners ana baba dereceleme ölçeği yenilenmiş formlarını, öğrenciler ise sosyo demografik formu, gözlerden zihin okuma testini, yüzler testini, çocuklar için bilişsel duygusal ve bedensel empati ölçeğini, vii Bapint internet bağımlılığı formunu ve akademik güdülenme ölçeğini doldurmuşlardır. Çalışmamızın ikinci aşaması 2021 yılı haziran ayında ilk aşamaya katılan öğrencilerden 37'sinin minimum 3,5 aydır yüz yüze eğitim gördükleri esnada katılımlarıyla başlamıştır. Bu aşamada veliler sadece kısa bir sosyo demografik form doldurduktan sonra, öğrenciler aynı ölçeklerin tamamını doldurmuşlardır. Pandemi nedeniyle tüm çalışma Google formları üzerinden yapılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin ve velilerin büyük çoğunluğunun yüz yüze eğitimi tercih ettikleri görülmüştür. Yüz yüze eğitim alan grupta ders dışı internet kullanım sıklığı uzaktan eğitim alan gruptan anlamlı derecede daha fazla olarak saptanmıştır. Uzaktan eğitim alan ve yüz yüze eğitim alan gruplar arasında akademik güdülenme, sosyal biliş becerileri, internet bağımlılık puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmamıştır. Yüz yüze eğitimde öğrencilerin daha yüksek akademik başarı sergilediği saptanmıştır. Kızların zihin kuramı ve empati becerileri erkeklerden daha yüksek olarak saptanmıştır. Akademik başarı ile sosyal biliş becerileri ve akademik güdülenme arasında pozitif yönde, internet bağımlılığı ile negatif yönde anlamlı ilişkiler saptanmıştır. Kardeş sayısı ile empati, akademik güdülenme arasında pozitif yönlü, internet bağımlılığı arasında negatif yönlü anlamlı ilişki saptanmıştır. Ders dışı internet kullanım süresi ile empati, akademik güdülenme skorları arasında negatif, internet bağımlılığı skorları arasında pozitif yönde ilişki saptanmıştır. Öğrenci uzaktan veya yüz yüze eğitim aldığı esnamda internet bağımlılığı ile akademik güdülenme arasında negatif bir ilişki saptanmıştır. Tartışma: Çalışmamızın sonucunda elde ettiğimiz bulgular uzaktan eğitimin sosyal biliş, akademik güdülenme ve internet bağımlılığına olan etkilerini göstermiştir. Bu yeni ortamın sağlık ve esenlik üzerine yaratabileceği etkiler ilerideki çalışmalarla ortaya konulacaktır.
<script type="text/javascript">
<!--
document.write('<div id="oa_widget"></div>');
document.write('<script type="text/javascript" src="https://www.openaire.eu/index.php?option=com_openaire&view=widget&format=raw&projectId=11454/93870&type=result"></script>');
-->
</script>
citations | 0 | |
popularity | Average | |
influence | Average | |
impulse | Average |